Gençlik dönemlerinde insan hareketli yaşamın peşinde koşuyor, teknolojinin, kalabalıkların, gürültünün, beton blokların içinde olmak onu mutlu ediyor. Fakat yaş biraz kemâle erdiği zaman adeta doğanın çağrısını duymaya başlıyor ve eskilerin tabiriyle “toprağın onu çektiğini” hissediyor. Yeşilin o cezbedici rengine duyarsız kalamıyor, bir eşkiyanın dağlara sığındığı gibi şehrin karmaşasından ve deviniminden yeşilliklere sığınmak istiyor.
Yeşilin o fıtrata çağrısına hangi yetişkin “hayır” diyebilir ki, diyemiyorum çünkü son demine kadar o yapay dünyanın esiri ve bağımlısı olmuş bir sürü insan var. Hatta ciddi anlamda doğaya kaçmak isteyen insanlardan fazlalar diyebilirim. İşte bu, o hep söylediğim alışkanlığın uyuşturucu zehri. O beton dünyanın içinde doğan insan doğayı gördüklerinden ibaret zannediyor veya insanın yaşam alanının gerçekten orası olduğunu sanıyor.
İnsanoğlu çelişkilerle dolu. En büyük çelişkisi de doğayla olan ilişkisi. Yüzyıllarca kendimizi doğadan koparmak için çırpındık durduk, şimdi ise doğaya dönmek için çırpınıyoruz. Fakat artık şehirlere o kadar “ihtiyacımız” var ki, onlardan kopamıyoruz, kopsak bile bu şehirlerde yaşamaktan daha maliyetli oluyor bizim için.
Özellikle kendimize yapay ihtiyaçlar üretmekte üstümüze yok. Günümüzde “olmazsa nasıl yaşanır” diye düşündüğümüz bir çok şey, çok değil bir otuz kırk yıl önce yoktu. Ve inanmazsınız, insanlar gayet de güzel yaşıyorlardı. Ve yine ilginçtir iletişim de kurabiliyorlardı, günümüze nazaran daha yavaş ve seviyeli olsa da, evet, iletişim kurabiliyorlardı.
Günümüzde “olmazsa olmaz” dediğimiz bütün şeyler aslında bizden önce yaşayan insanların haberi bile olmadığı şeylerdi. Edison’u zengin eden icadı olan ampül ortaya çıkmadan önce kimse gaz lambalarını bir kenara atıp elektrik faturası ödemek için hevesli değildi. Hatta ampül olmadığı dönemlerde insanlar daha erken uyuyor ve daha erken kalkıyordu. Yani teknoloji dediğimiz şey acaba gerçekten birilerinin iddia ettiği gibi bir ihtiyaçtan mı doğuyordu yoksa ortaya çıktıktan sonra ihtiyacı kendisi mi uyduruyordu?
Dev şirketlerin para hırsının önünde savrulan sonbahar yaprakları gibiyiz. Resmen tanrılaşan bu devasa firmaların kulları gibi onlar ne buyurursa (üretirse) koşulsuz kabul ediyor ve onlarsız yaşamayacağımız algısına balıklama dalıyoruz. Şimdilerde bu şirketlerin ürkütücü hırslarından birisi daha gündemi meşgul ediyor. Dünyayı posaya çevirmeye niyetli olan insanoğlu Mars’ta da yaşam oluşturmanın yollarına bakıyor. Bu vampir şirketler ağızlarının suyunun aktığı işlenmemiş maden yuvası olan bu gezegenleri sömürmek ve düzenlerini sürdürmek için insan topluluklarına da ihtiyaçları olduğu için bizi de Mars’a götürmek istiyorlar. Önce Mars’ı dünya haline çevirmek sonra da dünyanın akıbetine uğratıp başka gezegenlere sıçramak istiyorlar. Bunun böyle olacağı kanımca kesin birşey. Çünkü bir taşı yüksek bir yerden yere attığınızda yere düşeceği kesindir. Başka taşları da atıp denemeye gerek yoktur artık, tüm taşları yüksek bir yerden atınca yere düşecektir. İnsanoğlunun kaderi de böyle, aynı akıbete uğrayacakları bir fizik kuralı kadar net.
Son zamanlarda ruhumu doğanın kucağında ifade ettiğimi hissetmeye başladım. Doğanın çağrısını özellikle modernizmin beni en darladığı zamanlarda duyuyorum. Yeşilliklerin içinde kendimi daha sakin, daha uyumlu ve daha sevgi dolu hissediyorum. Doğanın yaşlı bir bilge gibi bana hikmetli sözler fısıldadığını duyuyorum ve tekrar o vahşi beton vadisine gidecek olmanın sancısını hissediyorum. Uzun bir süre doğa gizlice görüştüğüm bir sevgili olarak kalacak benim için maalesef. Neticede ben de “modern bir insanım”. Prangalarımdan kurtulmam o kadar kolay değil.