Aslında hiçbir şey kendisi değil. Ancak kendi olmayan hep başkası. Bu bile kâfi gelmiyor kötülüklerden arınmak için. Üzüntülerimiz birbirine bir hayli mesafeli. Yollarımız, fikirlerimiz, baktığımız deniz, dokunduğumuz gökyüzü, hepsi… Hangi organımıza baksak elimizde kalacak. Shivaree’nin Goodnight moon! Gece bırakılmış kaçak bir şarkının nakaratı gibi suratım geriliyor. Günlerdir ağzımda tanımlanamayan bu şarkı. Bir şeyler devam ediyor. Yaz çoktan geldi mesela. Bir yerlere gidebiliriz, hep birlikte. Tanımasak da birbirimizi aynı yola koyulabiliriz. Kimse bize karışamaz ne de olsa. Yüzemesek de kıyıda yürüyebilmeliyiz. Giden gider, onlara engel olamayız çünkü. Etrafımızda dönerken daralıyor zaman. Her şeyi bir kenara bırakalım, aklımda nice şarkılar; fakat bu şarkıları fazla yıpratmak da istemiyorum. Baharı bekleyen kumruların bir bildiği yok. İlk defa geldiğim bir şehir ve benimle gelen bir burun. Aslında saçma ne varsa onları aklıma sokuyorum. Burnumla alıp veremediğim bir şey var mı diye baktığımda evet, böyle bir sorunumuz var ve bu da mesele oluyor. Gerçi kafamın büyüklüğüyle ahenk içinde olması lirik bir görüntü çiziyor. Şimdi bir an burnum kayboldu diyelim. ve ben de onu aramak için yollara düşüyorum. Yok canım, sizlere burun tiradı yapacak değilim. Cyrano de Bergerac’ın kemiklerini sızlatmak da neymiş. Gogol’un ne işi var bu taraklarda. Nasibimize ne düştüyse onu alır devam ederiz yolumuza. Orada duralım biz. Eski, eskide kaldı. Eski ile Yeni arasında mekik dokumanın sızını tarazlıyorum. Datça. Oraya gidiyorum ve her yerde soruyorum. Nasıl buldum. Nereden esti oraya gitmek. Elimde bir fotoğraf. Köpeklerin havlamasına eşlik eden ayaklarım beni tedirgin ediyor.
Sokaklarda kimseler yok. Gecenin en geç saatleri. Herkesin burnu yerinde ve olağan büyüklükte olmalı burada. Sıradan bir olgunlukla dolanıyorum denizüstü bir kararlılıkla. Denizin kokusu var, ama görünmüyor. Karanlık mı karanlık, gece gibi gece. Burnumu bulup getirene, 100 euro vereceğimi söylüyorum. İkna etmek için fazla iyimser olduğumu fark ediyorum birden. Türk lirası gerisin geri geliyor. Bir şeyler yapmalı, ama dış borç almış başını marsa gidiyor. Biz bize ne yetebiliriz ki. Kabahat bizde değil ya. Kafamın içindeki bu tuhaflıklar zamanın hızlı akmasına fırsat veriyor. Kayıp eşya bürosuna dalıyorum. Oradaki memur kişisi burnumu tarif etmemi istiyor. Burun işte, nasıl tarif edilir ki. Burun işte, şöylemesine bir burun. Sizinkinden biraz daha iri. Üzerinize afiyet biraz empresyonist tavrım var. Demek istediğim alt tarafı alt sınıf bir memurun burnu gibi zevzekçe bir şekle sahip. Memur, ciddi olmamı salık veriyor. Ciddi müesseselerde ciddi olmam gerektiğini tekrarlıyor. Dille ikrar şart. Belki de haklı. Kayıp ilanı veriyoruz nihayetinde. Sahilde bir kafemafe, sonuna kadar açık. Gece libasını giyinmiş üstümüzde teras keyfi yapıyor. Telefon numaramı da ekliyorum altına. Tekrar yola koyuluyorum. Burnum olmadan da yaşayabildiğim için minnettarım anneme; ama yüzümde kocaman bir çukur. Datça’ya has bir gazoz içiyorum şerefine gecenin. Dadını dadan bilir. Fazla ciddiye almalı bu dadı. Karşımda saçları dalgalanan bir kadın. Ellerine dokunuyorum, tanıdık bir sıcaklık doğuyor içime. Epey yakınımda ve kokusu üzerimde. Kötü kokular duymuyorum kaç zamandır. Güzel kokuları eskiden de duyardım. Hiçbir şey değişmediyse bu gecenin hali ne böyle. Etrafta burun satan Afrikalı işportacılar var. Karanlıktan yüzlerini seçemiyorum. İkimiz de kararlıyız. Ayrılmalıyız artık birbirimizden. Diyorum. İstanbul’dan epey uzaktayım. Ne kadar uzak olursa o kadar kendine yaklaşır insan. Kendinizi aramanıza da gerek kalmıyor, doğruca yürüdüğünüzde rastlıyorsunuz.
Stanbul ki bi mislü bahadır, amenna. Ama gam o kadar ucuz ki, her yerde rastlıyorsunuz. Kimsenin umurunda olduğumu düşünmüyorum burnumun. Ödülü biraz daha arttırıyorum. İki günlük Datça tatili ve Can Yücel evine ziyaret! Telefon geliyor sonunda. Seçimlerde bir sürü kaybeden varmış. Şiir okuyan okuyana. Gözlerini kaybedenlerin sayısı artmış. Sonumuz böyle deyip kapattı suratıma. Akdeniz’de geride bıraktıklarımı daha da geride bırakmaya devam ediyorum. Rüzgâr, denizi çıldırtacak cinsinden. Burnum olmadığı için yerin dibine giriyorum. Kötü örnek oluyormuşum çocuklara. Ebeveynler ya o ya da bizim çocuklar diye belediyenin önünde toplanmışlar. Hak haktır. Alabilene. Yan masada çalıştığı işlerden dem vuran kadınlara çeviriyorum kulaklarımı. Erkek tuvaletinin fazla pis olduğunu, bu kadar pis oldukları için de dikkatimizi çektiklerini söylüyor kadınlar. Kadınların oranla temizliğe daha düşkün olduklarını masaya yatırıyorlar. Halt etmiş olamazlar mı gerçekten? Yoksa gerçek bu da biz mi görmek istemiyoruz? Soğuk biralar eşliğinde . gece ilerliyor gece. Solumdaki masada ise, ergenlikten bağımsızlığını yeni kazanan iki kızın, birkaç dakika önce tanıştıkları manitalarından ( bu tabiri kullandıysak bir bildiğimiz olmalı) bahsediyorlar annelerine. Anneleri tanışmak istiyor o çocuklarla. Aşırı yanlış batılılaşma gelse de aklıma, burnumdan dolayı bunu unutuyorum. Ansızın elektrikler kesiliyor. Her yer zifiri karanlık.
Gökyüzüne karışıyor deniz.
Burnumu bulan henüz çıkan olmadı. Havlayan köpekler işin içine dahil oluyor. Karşı bankta dudakları birbirine değen sevgililer geceye bakıyor. Onları dikizlemenin verdiği mahcubiyet içinde devam ediyorum beklemeye. Saçlarımdaki akları düşünüyorum. Geçen onca zaman-dan sonra düşünülecek başka şeyler olmalıydı. Benimki de amma da iş. Çocukların kaybolduğu bir yerde kendi burnunun derdine düşmek de neymiş. Kulaklarıma dokunan anne çığlıklarını duymadan geceyi bitirmek mümkün mü? Saatler ilerliyor. Sabaha doğru yol alıyoruz. Birazdan gözlerimiz kapanacak. Birazdan şarkılar yarım kalacak. Köprüden biri atlayacak. Laf lafı açıyor. Kapıda kaldığımız komşunun paspası geliyor aklıma. Kapı numarası okul numaramla aynı. Annemin yaşlılık maaşı çıkar mı başvursak. Başvurmasak da mı saklasak. Sosyal haklarımız kâğıt üzerinde meydan okur AB’ye. İşimize gelen kısımlar bizi yorsa da durum bu. Minarelerden okunan selalar çarpıyor odanın camına. Bir şeyler olmuş olmalı. Çoktular işte, yoktular.
son dakika
Datça’da bir şezlongta güneşlenen burun, ölü bulundu!