Platon’un “Mağara Benzetmesi”:
“Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak zincire bağlı beklemektedirler. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanları ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. Doğduklarından beri bu şekilde oturdukları için var olan tek şeyin gölgeler olduğunu sanırlar. İçlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür. Bu alemde var olan her şeyin ve bunları görmemizi mümkün kılan prensibin güneş olduğunu en sonunda fark eder. Fakat içeride hala zincirlerine bağlı insanlar olduğu aklına gelir. Tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içerdekileri duvarda gördüklerinin yansıma olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında olduğuna bir türlü inandıramaz.”
Platon’un bu mağara benzetmesine kadının toplumdaki yeri üzerinden bakacak olursak:
Mağaraya zincirlenmiş insan; toplumun parçası olan ancak bireyselleşmemiş, farkındalığı gelişmemiş kadını temsil eder.
Mağara; toplumu simgeler.
Zincir; toplum içerisinde kadını sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Bunlar zihnin özgürleştirilmesinde engellerdir.
Gölgeler ise; toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır.
Bunları kadının toplum içindeki durumundan yola çıkarak açacak olursak:
Bir materyal gibi görülen, her türlü özgürlüğü sınırlandırılan ve git gide hayattan daha da soyutlaştırılmaya çalışılan biz kadınlar; başka bir pencereden bakıldığında, aslında bir çok rengi bir arada sunabilecek canlılık’tayız…
Bir küçük maviden sonsuz bir gökyüzü çizebiliriz örneğin. Ya da bir yeşilden kocaman bir orman yaratabiliriz. Toplumsal baskı ile sindirilen olmasak; yürekten istediğimizde her şeyi başarabilecek güçteyiz.
Bu zamana kadar kadın bir çok darbe aldı. Dayak yedi, tecavüze uğradı, sömürüldü, ve hatta öldürüldü. Toplumdan dışlanma korkusu ile çoğu zaman yaşadıklarını bile itiraf edemedi.
Tecavüze uğrayan bir çocuk, henüz kendi vücudunu keşfedememiş bir beden, “sende istedin” dendi utanç duymadan ona. Hem çocukluğu alındı kızın elinden, hem de hayalleri. Sönen umutlarının küllerini kimse görmedi. Sustu çocuk… Diğer hemcinsleri gibi sustu ve kabuğuna çekildi. Haykırmış olsa tüm gücüyle, sesini hangi yozlaşmış yürek fark ederdi. Algılarını başkalarına teslim etmiş ruhlar, küçük bir kızın acısını hangi dilde duyabilirdi? Onda açılan bu yara, gelecekte herkesi etkileyecekti. Ancak, hiç kimse o kızın topluma kattığı yarayı göremedi.
Her dakika akan haberlerden biri kadına uygulanan şiddetle ilgili. Kadın, “Bizde bayana hesap ödetmek kitabımızda yazmaz.”, “ Kadınlardan yönetici olmaz.”, “Sen ne anlarsın ki!”, “ Bu evde benim dediğim olur.”, “Ben erkeğim istediğimi yapmak zorundasın.”, “ Elinin hamuruyla erkek işine karışma”, “ Kız başına ne işin var?”, “Kız kısmısı, evde oturur koca bekler.” gibi beylik sözlerle hayatın dışına atılmış ve örselenmiştir.
Erkekleri cinsellikleriyle ne kadar övüp performanslarıyla ne kadar onu bir toplumda yer edindiriyorsak, kadınları da kendi cinselliklerinden o kadar utandırıyoruz. Küçüklükten geliyor bunlar; “Sen kızsın yapmamalısın, yapamazsın, yapmayacaksın” , “ Sen bu bölümü okuyamazsın.”, “ Sen böyle gülemezsin”, “Sen bunu giyinemezsin.” Vesaire…
Erkek çocuğun çevresiyle ilişkileri ailesi ve yakınlarınca desteklenirken; kız çocukların arkadaş ilişkileri “evlilik asıllı” olmazsa hoş karşılanmadığı gibi kontrol aile ve aile yakınları altındadır. Erkeklerin her davranışı çevresinden destek görürken, kızların davranışı kontrol altında olmanın ötesinde suç sayılmaktadır. Bu yaşam biçimi toplumun suç trendini de her gün bir kat daha artırmaktadır.
Erkeklerimiz saolsunlar, kadın ve erkek arasında yaşanan birlikteliği, insan türünün devamı için, en olmazsa olmaz eylemsel hali “küfür edebiyatına” kazandırmışlardır.
Oysa bilmezler kadını gizli bir şifre gibi vücutlarının her bir hücresinde taşıdıklarını. Evet sen bir kadının, annenin mitokondrisini taşıyorsun vücudunda. Her nefes alışında, her kalp atışında, her elini uzatışında, her düşüncenin başlangıcında, ne için enerji harcıyorsa vücudun işte orda annenin mitokondrisi var. Bunun bilincinde olunabilseydi eğer her şey daha farklı olabilirdi. Ama bu bilinci kazandıracak olanlar yine kadınlardır.
Kadın, genlerine şifrelenen iyileştirici yönünü bilmeli, kendi gücünü keşfetmeli ve karşısında duran hasta ruhlara, şifresini zerk etmelidir.
Sayfalar dolusu yazabiliriz hayatın her alanında toplum tarafından maruz kaldığımız sınırlamaları. Ama kadınlar, her şeyin farkındasınız! Bu coğrafyada kadın olmak direnç demek, kadın olmak mücadele etmek demek, kadın olmak belki 5 katı, belki 10 katı çaba göstermek demek. Yapmadığın şeyler için bile yaftalanma korkusuyla yaşamak demek bu coğrafyada.
Peki bu düzen ne zamana kadar sürecektir. Olmasın artık, küçük bir kız çocuğunun tek hayali “gelin olmak”, olmasın 20 yaşında bir genç kızın tek hayali, dillere destan bir düğün ve beyaz atlı prensin gelmesi, çoluk çocuğa karışmak olmasın, 30 yaşına gelmiş bir kadının tek hayali tek taş yüzük olmasın.
Ne ara hayal gücümüzde “gelin olmaya” geldik? Hani astronot olacaktık hani süper kahraman olup dünyayı kurtaracaktık. Her şey bizim elimizde, çıkalım artık Eflatun’ un mağarasından! Susmayı bırakıp, zincirlerimizi kırıp, gölgelerle yetinmekten vazgeçelim.
Asıl hakikat mağaranın dışında…
Kabuğunu kırmadan kanatlarını çırpamazsın…
Tercih senin, karar senin…