BENİM OĞLUM BİR SALYANGOZ
II
Hayvanlar alemi durgundu. Doğa her zamanki gibi birbirini yiyor, insanlar buna kanun diyordu. Tanrı ise vahşet! Dağlar sessizliğini koruyor, hala güzel bir manzara için öylece saatlerce dizüstü oturuyorlardı. Karları tepelerinde öylece sokturmuyorlar ama bir kartpostal için muazzam kişiliktedirler. Bu hikaye de gökyüzünden bahsetmeyeceğim… Bir şarkı, gramofonun üzerinde öylece dönüyor ve en güzel yanı hiç başı dönmüyordu. Bir sigara, kül tablasına uzanmış yeni bir nefes için makyajını tazeliyordu. Binalar enfes uzunlukta, bir apartman girişinde bir yaşlı, uzun sopasıyla yünleri dövüyordu. O zamanlar darlık, devrim ya da isyan yoktu. Bir şarkı en güzel şekilde söylenip; hemen tüketilirdi. Yalnızlık keşfedilmemiş bir ada gibiydi. Denizler insanlara bu kadar kızgın değildi. Şimdi kimi görse yutuyor. Veganlar suskun… Bu ara onları hiçbir yerde göremiyorum. Bu topluluğun arasında güzel kadınlar da göremiyorum. Çünkü hiçbiri bu ülkede yaşamak istemiyorlar. Hak veriyorum onlara. Bende olsam, bende topuklu giyerdim.
Belki de ölmek isterdim. Zaten en çok istediğim şey ya ölmek oluyor ya da yaşamak… Ne zaman ikisinin arasında kalsam, ölümden çok korktuğumu anımsıyorum ve neden ikisinin arasında kaldığımı hiçbir zaman anlamıyorum. Lise çağlarında iken bir kadın ‘eğer meslek sahibi olmazsan seni adamdan saymazlar, ölü gibi bir şeysindir.’ demişti. Bu sözü kimden duymuştu da bana söyledi? Ben ona nasıl bir izlenim verdim ki bana böyle bir cümle kurdu? Ortada hiçbir bok yokken bu gereksiz düşündürücü sözler söyleyenlerden nefret ediyorum. Şimdi de karım, oğlum, arkadaşlarım hepsi benden tiksiniyorlar. Hayatımın hiçbir tarafında olmayan bu insanların benim hakkımda o kadar çok şey söyleme ihtiyaçları var ki. Neden? Ben böyle bir insansam; rahat bırakın beni! Bırakın nasıl yaşamam gerektiğini ben size söyleyeyim. Oğlum bile yüzüme baka baka benden nefret ettiğini söylüyor. Onu dövmüyorum. Hakaret etmiyorum. Söylediği her kelimeye ve kurduğu bütün devrik cümlelere saygı duyuyorum. Karımı dövmüyorum. İstediği gibi yaşamasına, ne giyeceğine karışmıyorum. Yarım yamalak bildiği Feminist bilgileriyle onu asla aşağılamıyorum. Arkadaşlarımla görüşmüyorum. Ama arkamdan konuştuklarını her gece duyuyorum. Neden? Ne boktan kural bu? Kim veriyor bu hakkı onlara? Benim neden hiçbir şeye hakkım yokmuş gibi davranıyorlar ve her beni gördüklerinde hayatım, işim ya da herhangi bir bok hakkında yorum yapıyorlar.
Gece uzun.
Aslına bakarsanız bunların bütün sorumlusu o aptal lise çağında o kadının bana söylediği ’bir mesleğin yoksa’ ile başlayan sözden kaynaklanıyordu. Bütün hayatım boyunca bu söz ile yaşadım. O kadın için o an bu cümle sıradan olabilirdi. Ama benim hayatımın ağzına sıçtı. Ne zaman bu sözü hatırlasam, diğer insanların diğer insanlara söylediği psikolojik etkiye sahip cümleleri düşünüyorum. Benim için söylenmiş bu söz; bana bu kadar etki yarattıysa, bir başkasına nasıl bir etki yaratacağını düşünemiyorum.
Haklıydı. Bir mesleğim yoktu. Aslında vardı ama yürürlülükte meslek sayılmıyordu. Oyuncuydum. Bir bakıma sanatçı… Sevdiğim bir abim, ‘bu mesleği seçersen kız vermezler’ demişti. Yanılmamıştı. Yani bana göre yanılmamıştı. Karım vardı ama bana ait değildi. Mutlu olduğumuz süreçte de hiçbir zaman bana ait değildi. Provalarımızın uzun sürmesinden nefret ederdi. İlk önce benden sonra provalardan sonra tiyatrodan en son da sanattan nefret etti. Benden nefret etmesine üzülmemiştim ama sanattan nefret etmesi; beni üzmüştü. Bir keresinde gece provasında sahneyi basmıştı. Beni ekibimin ortasında rezil etti. Oysa ben karakterimin hakkında yeterli bilgiye sahip değildim. Hatta verilen rejiyi sevmeyip, rejiyi nasıl haklı çıkarabilirim düşünüyordum. O ara geldi. Kartondan bir çay verdim ona. Normalde asistanımız yapar bu işleri ama ben yapmak zorunda hissettim kendimi. Çayı yüzüme fırlattı. Çay ılıktı ve bana zarar vermemişti. Çay kötü, karım arkadan çok güzel gözüküyordu. Orada öylece durdum. Yaptığım bu şeyin neden onu sinirlendirdiğini hiçbir zaman anlamadım. Anlarsam da mantıklı bulamayacaktım. Böyle gecelerde karımın yanına hiç uğramazdım. Burnundan solması beni her zaman korkutmuştu. Karakterime yöneldim.
Karanlık ılıktı.
Korkuyorum demişken; evimiz camiye çok yakındı. Evde olduğum zamanlar müezzinle beraber ezan okuyor gibi hissederdim. Sabah ezanları beni her zaman korkuturdu. Mahalle aralarında sadece ezan sesi sadece beni değil; bütün canlıları korkutuyordu. Ne zaman ezan okunsa balkona çıkar, korkumu yener, sonra mahalle aralarında kalmış insanların hızlı adımlarını izlerdim. Ama şimdi bu alışkanlığımı daha çok oğlum yapıyordu. Oğlumu bazen sabahın çok erken saatlerinde balkonda otururken görebiliyorum. Gecenin sessizliği bana ve oğluma iyi geliyordu. Oğlumu bilmem ama insanların sokak aralarında arkalarında bıraktıkları gölgeden memnunlar mı acaba? Oğlum tanıdığım en sakin çocuktu. Ya bu gölgeler… Oğlum dediklerimizi yavaş yavaş sindiren bir çocuktu. Ya müezzin… Nedense kendini ayak takımında yalnız hissederdi. Peki, bu insanlar nerede kendini yalnız hissediyor?