“Victor Hugo’ya lüzûmu düştükçe “Şâ’ir-i meşhûr” denilir idi. Halbuki Victor Hugo mevzûn ve mukfî söz söyler bir adamdan ibâret değil idi. Âsârı dahi şi’irden ibâret değildir. “Asrın büyük düşünücüsü” sıfatıyla mümtâz olan o zât-ı âlî büyük büyük üşüncelerini nazmen de ortaya koymuştur nesren de. Uluvv-i fikrinin en büyük cevelangâhı romanlar olmuş ve romanlarda halk eylediği eşhâs-ı muhayyile cihânın tahayyülât ve tasavvurâtı karşısında eşhâs-ı sahîha gibi şöhret bulmuştur.
Victor Hugo yalnız meziyet-i fikriye ve kalemiye ile dahi mümtaz olmakla kalmamıştır. Uluvv-i ahlâkı uluvv-i efkârıne hemen de galebe ederek müddet-i ömründe “fenâlık” denilen şey Victor Hugo’dan sâdır olduğu işitilemiştir. Elinden gelebilmiş ise idâma mahkûm olanları afv için hükümdârân hazerâtına istirhamnâmeler göndererek ölümden adam kurtarmıştır. Kesesi müsâ’ade göstermiş ise muhtâc-ı i’âne olanların imdatlarına koşmuştur. Bir şeye kudreti yetmediği halde benî nev’inin dûçâr olduğu o felâketle beraber ona çâresâz olamamak derecesindeki kendi aczine dahi ağlamıştır.”
Dekadan kavramını, Ahmet Mithat Efendi ve Servet-i Fünûn edebiyatına azıcık vakıf olan herkes bilir. Tabii ki bu kavramın bize Fransız aydınlarının mirası olduğunu da bilir. Fransız kültürüyle alakamız sadece edebiyat değil, dil cihetiyle de kültür tarihimizde önemli bir yere sahiptir. Zira müz iğe ve şiirdeki müzikaliteye azıcık kulak aşinalığı olan kimse -bu her iki dili bilmese dahi- Fransızca ve Osmanlı Türkçesinin fonetik açıdan ne kadar “şairane” diller olduğunu anlayabilir. Dolayısıyla gerek Türk gerekse Fransız edebiyatları yalnızca popülerlikten beslenen edebiyatlar olmaktan son derece uzaktırlar. Her iki edebiyatın da dayandığı kaynak, köklü bir entelektüel kültürün yetiştiği bir vadiden beslenmektedir. Pek çok aydınımızın ifade ettikleri gibi biz Osmanlıca harflerin ardındaki o verimli iklime nüfuz edebilmiş değiliz. Zira o iklimdeki sükunetle beraber heybetli bir tefekkür dünyasının beslediği edebi ve kültürel kaynak hala tozlu raflardan alınıp değerlendirilmeyi bekliyor.
Anlaşılan o ki Fransız sanatçıları kendi kültürlerine karşı bizim kadar kayıtsız kalmamış olacaklar ki -The Guardian Weekly’nin ifadesine göre- ortaya koydukları komedi türündeki bir sinema “dünya çağında hit” olmaya muktedir olabiliyor.
Fransız edebiyatı –realistlerin de etkisiyle- yaşamla iç içe bir edebiyattır. Bu durumun Fransız sinemasında vücut bulmuş örneklerinden biri olarak adlandırabileceğimiz bir film: “Dokunulmaz”(Untouchable).
Filmin senaryosu bir engelli ve ona bakıcılık yapan birinin arkadaşlığı üzerine kurulmuş. Teknik olarak kısa film, sanatsal olarak komedi türünde olan bu film sessizlikle pek çok şeyi anlatmayı amaçlıyor. Film,gerçek kahramanlığın hayatın güçlüklerine ve engellerine karşı hayatı yaşanabilir kılmakta olduğuna ve yaşamak için yaşatma duygusuna vurgu yapıyor. Bunu filmin Fransız aktörünün şu ifadelerinden anlıyoruz: “İki basit insanın kendi hayatlarının kırılganlığını kabul edebilmesi…” ifadesinden anlıyoruz. Gerçek bir hikayeye dayalı olan bu filmde İngiliz komedisinden enstantaneler mevcut.
Aynı zamanda bu iki kişiden birinin eski bir hüküm giymiş suçlu olması, bize “Sefiller”deki Janvaljan motifinin hala yaşadığını gösteriyor. İnsancıl bir duygu üzerine oturtulan Fransız patentli bir hikayede,empati duygusunun gelişmesi için eski bir hükümlü tipine başvurulması edebiyatta bir Fransız geleneğidir.
Peki , Nedim’den Galib’e, Fuzuli’den Yahya Kemal ve Namık Kemal’e, Reşat Nuri’lere, Refik Halit’lere kadar zengin bir edebi geleneğe ve kültüre sahip edebiyatın kapısını çalmak için; dünyada taklit edilecek senaryoların bitmesini mi bekleyeceğiz?