O akşam epey yedim. O kadar yedim ki, kimse yanaşmasın bana, dokunmasın dedim. Sonra bu, uzun bir zaman büyüdü gitti ve ben şiştikçe şiştim. Ağır bir zaman oturdu mideme. Can annem, bir şeyini fazla kaçırmıştı yemeğin ama neyi bilmedim. Hala da bilmem. Üniversitede yüzünü duvara, sırtını kapıya veren bir hocam vardı. O kadar mı güvenmişti dünyaya. Oysa insanların çoğu yüzünü güneşe, sırtını duvara dönerdi, masasını öyle yerleştirmişti odasında. Ya hayata küsmüştü, ya hayata bir o kadar güvenmişti. Belki de her ikisiydi bilmiyorum. Hala da bilmem. O akşam uzun bir zamanı geride bıraktım sanıyordum. İnsanlar ‘geri’ nedir bilmez. Adına geçmiş der ve o geçmiş hiç geçmez. Bu nedendir ki gelecek de nasıl geleceğini hiç bilmedi. Hala da bilmez.
Geçmişin geçmeyi bilmediği, geleceğinse gelmeyi unuttuğu zamanda, andaydım. Yürürken, bir otobanda buldum kendimi. Oysa yemeği sindirmek için kısa bir yürüyüşe çıkarmıştım kendimi. Ortasından başlamış olsam gerek, bayağı yürümek zorunda kalmıştım. Çantamda soğumamış biraz kül, biraz tütün, yanmayan yeşil bir çakmak. Yanımdan insanlar gelip geçiyor, geçmişlerinden geleceğe. Bense sessiz, tekerlek sesinden araçların büyüklüğü küçüklüğü hakkında yorum yapıp rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Yolun biteceği meçhuldü o zaman, bilmiyordum. Sadece o yolda olup, yürümem gerektiğini biliyordum. Çok tehlike atlattığımı anımsıyorum, ağladığımı da. Korkudan değildi, o yol nereye gidiyordu, neden o yoldaydım, yürüyordum? Tam 26 gün yürüdüm. Kamp yapan sırt çantalı, bisikletli insanlarla da paylaştım o otoban yolunu. Bazıları bekleyemeyeceğim kadar dindarlardı. Yadırgamamıştım. Onlar benim o yolda oluşumu çok yadırgamıştı. Adımı da… ‘’Adın her an devrim yapacak, isyan edecekmiş gibi bakıyor bize.’’ Zoraki bir gülümsemeyle, ‘’Neden, beni tanımıyorsunuz, sadece adımı biliyorsunuz ama ondan da korkuyorsunuz.’’ Perdem adım olmuştu, kara bir perdeydi, kaldırmaya cesareti olmadı kimsenin. Korktular. Onları oracıkta bir yerde, nemli tütünümü çakmaklarıyla yaktıktan sonra bırakıp gittim. Dağlar sıralıydı, yol kenarında. Umutluydu dağlar. Bir ovaya vardım sonra. Garip bir yerdi burası, insan çok gibiydi ama in cin top oynar gibiydi de. Öbek öbek, çelimsiz, acemi, biçarece muşambalardan kurulmuş çadırlar vardı. Çocukluğumda kaldığını zannettiğim plastik ayakkabılar, küçük renkli plastik çizmeler vardı önlerinde. Kasalar dizilmişti, kimisi üst üste, kimisi yorgun düşmüş yuvarlanmış. Gün doğmak üzereydi. Günün en sevdiğim vaktiydi, bir o kadar ürktüğüm. Ne yalan söyleyeyim, yaklaşamadım çok. Uzaklarında bir yerde bir ağacın gövdesine yaslandım. Uyuya kalmışım. Uyandığımda saat dokuzdu. Kasalar ve plastik ayakkabılar yoktu. Kalktım, plastik ayakkabı ve küçük renkli çizmeleri bulmak için yürüdüm. Bir düzlük daha, kamyonlar dizili. Mevsimlik işçiler, mevsimlik çocuklar. Uykulu, anlıyordum. Dümdüz bir ovaydı ve tek bir ağaç bile yoktu, güneş tepede neyin derdinde, cayır cayır yeryüzü. Öğle yemeği saatini bekledim. Çok bekledim. Dizili kamyonlara yanaştım, tekerin birine yaslandım, uyumuşum. Uyandırıldım çatlamış bir el tarafından. Dudaklarım çatlamıştı susuzluktan, yüzüm tuz içinde, ayaklarım küfür dolu zonkluyordu. Saatime baktım, saat akşam beşi geçiyordu. Sadece gözleri görünen bir kadın beni dikizlerken ben bunları düşünmüştüm. Anlamış olsa gerek, geniş bir plastik tasta su getirdi. Dudaklarım daha serindi sudan. İçtim, bir avuç yüzüme serptim, yetmedi kalanı başımdan aşağı döktüm. Gözler gülümsedi. Su kadar sıcaktı gözleri. Gülümsedim, mahmurlu, çekingen. ‘’Siz ne yapıyorsunuz böyle, bu sıcakta, nasıl dayanıyorsunuz?’’ ‘’Çalışıyoruz.’’ ‘’Ekmek parası, bacım. Hadi biz çalışıyoruz, sen ne yapıyorsun, kimsin ?’’ ‘’Ben de çalışıyorum bacım, gelmeyen geleceğe gitmeye çalışıyorum. Eylem benim adım. ‘’ Saçmaladın der gibi gülümsedi. Doğrularcasına gülümsedim. Çocuklarına seslendi. Renkli çizmeler bize doğru koşturdu. Tarladan çıkana dek ben ona sordum, o bana sordu. Van’dan göçmüş Leyla ve ailesi, şimdiyse İzmir’de yaşıyorlarmış. ‘’İş zamanı, oradan oraya gidiyoruz.’’ ‘’Neden, eviniz her şeyiniz orada ?’’ ‘’Deprem olduğunda göçtü evimiz, hayvanlarımız telef oldu. Dokuz çocuğum vardı biri göçük altında kaldı, ben de kalamadım orada. Böyle göçer olduk oradan oraya.’’ Yedi çocukla yürüdü. Diğeri nerede peki diye sordum. Birini Konya’da, buğday tarlasında biçme makinesine kaptırmış. Dava açmışlar makamlara gitmişler. Neylesinler. Tehditlerle sürülmüşler Konya’dan. Ekmek yememeye and içmiş. ‘’Çok zor bacım, insan önüne hazır gelince bilmez emeği, çok zor. Ekmeğimize kanımızı buladılar, hele bu hiçbir şeye benzemez. Ben de yemiyorum işte, kocam kızıyor ama ne bileyim yutamıyorum işte. Yediğim bir lokma ekmek vardı, ondan ettiler beni. Patlıcana gitmek de zor, dikeni fazla, en azından makine yok… ‘’ Sustu birkaç adım. ‘’Sen de nereye gidiyorsun hele, geçmişten kaçılmaz öyle. O seni bırakır merak etme, soğutur canını. Gelecek de sen soğumadan gelmez… Sen hala sıcaksın, geleceğin uzun senin… ‘’ Ayrıldık. Renkli küçük çizmeler peşi sıra, dağınık, aç, çadıra doluştular. Şimdi yine dizili, dağınık kasalar yorgun, renkli çizmeler çadır önlerinde. Gün akşam olmak üzere.
Göçüğü olan, altında kalanı olan göçermiş yalnızca. Şimdi anlıyordum göçmek ne imiş. Ne zor imiş. Bir yerinde göçük olmadan göçmezmiş, insan.
Yolun karşısına geçip, el ediyorum eski bir otobüse. Biniyorum, geri dönüyorum, geçmişe. Gittikçe ağırlaşıyor zaman içimde, yol boyu soğuyor, hissediyorum. O yol bir yere varır sanıyordum, evime değil belki, ama en azından bir yere. Sonuçta dünya yuvarlaktı. Gelecek orada bir yerdeydi. Ovaları tekrar geçtim, dağlardaydı sıra. Dağlar umutlu. Dağlardan geçtim. Şehirler, ışıklı, parlak, donuk. Geçmişim de geleceğim de renkli küçük çizmeler olacaktı hep, anladım. Sanırım gelecek artık gelmese de olurdu.