Benim Yusuf’umla Kim Yarışabilir*

Ben deli değilim, değilim. Züleyha’yım, dedi göğü yararcasına. Gökten yağmur düşüyordu ve bulutlar nimet topluyordu toprak ananın rahminden. Böyle bir durum karşısında n’apacağımızı bilemediğimiz için susmak zorunda kalıyorduk. Söylenecek söz henüz kapımıza dayanmamıştı. Öyle buyurmuştu arkadaşım. Böyle dökülüyordu kelimeler uzunca ağzından. Bakarken, göz yanılır bazen. Görmeyi marifet sanıyormuşçasına yanılırdı da. Derken suskunluğuna bir haller oldu. Bir ses karşılık verir de sığınayım diye öylece tetikte bekliyordu. Gözlerimin rengine rüzgâr dadanmıştı. İşleyen ellerin haberi yoktu aramızdaki mesafeden. Her güzellik bizi kendine çekecek kadar güzel değildir çünkü. ‘’Ben deli değilim. Züleyha’yım?’’, haykırışı üstümüze üstümüze çullanıyordu. Karşılık verilmişti nihayet sessizliğimize. Ne acelemiz vardı peki, bu yokuşa çıkmaya bu kadar merakımız nedendi? Açıkça bilmek istiyordum. Müdahale etmek için doktor geldi önce. İlaç verip uyutacaklardı.

Ve o, evet o.

‘’Ben on altı yıl Fatma olarak yaşadım, bundan sonra Züleyha olarak yaşayacağım.’’ diye duvara fırlatıyordu sözcüklerini; çünkü dil dökmekten tüyler uçup gitmişti. Duvarlar nasibine düşeniyle yetinecekti en saf bekleyişler içinde. Biz bilmediğimiz şeyleri ne çok bilir olmuştuk halbuki. Bıyıklarımızın teri kuruyup da ne çok ahkam keser olmuştuk, düşündük. Düşündük..

‘’Kimse beni yolumdan alı koyamaz. Ölüm bile. Yusuf’umu aramaya geldim buralara’’ deyince teşhisi koydu doktor. Doktor beyler hemen görür nasılsa. Doktor beyler kesin bilir elbette. Yanıldılar ama, gereği düşünmenin acizliğine uğradılar bu defa. Artık dile gelmeyecekti hiçbir ölüm. Ağızda durduğu gibi beklemeyecekti dilce düşen suskunluklar. ‘’On altı yıl önce amcamın oğluyla evlendirildim, demesin mi? Der demesine de dövüş başlamıştı. Mültecilerle savaşırcasına gaddar bir yönelişe koşuyorlardı ardımızdaki askerler. ‘’Onların her dediğini yaptım. Artık yeter; ben Züleyha’yım. Deli değilim.’’ Ait olduğu yerin çok uzağındaydı ve sığındığı kişiler halinden anlamıyordu. Kulak verilmeliydi can çekişine. ‘’Kurban olayım size komutanlar, beni salın Yusuf’uma gideyim.’’

‘’Biliyorum siz de benim delirdiğimi düşünüyorsunuz’’ diye devam etti. Bizim onu anlayabileceğimize ihtimal vermiyordu sanki. Haklıydı. Bari bunu çok görmeyin bana dercesine göğe sarılıyordu. ‘’Hayır doktor beyler, bana acıyan gözlerinizle bakmayın n’olur.’’ Çoktan aşk örmüştü aramızdaki mesafenin kaputunu, der gibi. ‘’Yusuf’um buna izin vermez zaten. Çok kızar, bana böyle baktığınızı söylersem.’’ Öylece sayıklarcasına yüzümüzü terbiye ediyordu güzelliğinden koparılan bukleler. Bu söz karşısında yine bir şey diyemedik. Sigara içmek için dışarı çıktık… Her işin kolayına kaçmaktan başka nasıl bir anlamı olacaktı ki sigaranın? Aslında ihbarı ilk duyduğumuzda biz de çok şaşırmıştık. Şaşkınlık kanımızı delip geçmişti. Parmaklarımız, gideceğimiz yeri daraltarak uzanıyordu lambalara. Bir kadın Urfa’dan kaçıp neden Yozgat’a gelsin ki. Aklım bunu anlayacak kadar niçin çok sevmedi? Tuhaf bir çilingirin etrafında dönüyor ve dönüşüyorduk sanki. Çıplaklığımızın bizden umut beklediği de yoktu. Öyle ki yaman bir sebebi olmalıydı.

Niçin ve niçindi? Yusuf kimdi? Yusuf’un masalı, bu sefer Yusufla mı başlayacaktı yoksa? Yusuf… çık da bir kaşık kanını içelim! diyerek bağırmak sadece bizim hakkımız olamazdı. Çevre köyleri tek tek aramaya başladık. Hiçbir ipucu bulamıyorduk. Tam döneceğimiz an telsizden anons geldi. Aranan kan yanımıza kadar sokulmuş ve göremiyorduk. Kadını bir evin ahırında uyurken gördük demesinler mi köylüler. Köylüleri niçin öldürmediğimizi şimdi daha iyi anlıyordum artık. Köylüler. Köylüler. Suratını bu yüzden kalın. Uyuyan bir kadını seyretmenin edepsizce olduğunu bilsek de izlemeye devam ediyorduk. Komutan, derhal uyandırın kadını, deyince. Durulduk. Emir demiri keser dedik ve ağır adımlarla hareketlendik. İçimizde düne dair bir yorgunluk ve bir bilinmezlik telaşına uğramıştı, o kadar.

Kimseden bir işaret gelmeyecek?

Komutan tekrar seslendi: ‘’Derhal uyandırın kadını’’ Komutanın neden bize bu kadar bağırdığını sıradan bir er de olsak anlayabiliyorduk. Kadın uyandı sonra.

‘’Ben, Züleyha’yım.’’ Komutan sordu: ’’Sen kimsin o zaman?’’

Kadının cevabı nazlı ve berraktı. ’’Ben Züleyha, Yusuf’un Züleyha’sı’’. Komutan gülmemek için kendini zor tutuyordu. Böyle bir şey mümkün müydü? ‘’Bana öyle bakmayın, gerçeği söylüyorum. Ben Züleyha’yım.’’, diye haykırıyordu kadın. Yok yok bir rüya olmalıydı ya da hapsolduğumuz bir masal. İyi de masala inanmayan gerçeğe nasıl inansın diyen yazar neredeydi? Dışarı çıktık. Kadından gözlerimizi alamıyorduk. Yok yere ağlamanın köyün üstünden çekmişti ellerini. Birkaç adım sonra ne olduğunu anlamadığım bir cisme ayağım takıldı ve düştüm. Düşüşüm. ‘’Hay ben, senin yapacağın işin ta içine’’ der gibi bir bakış attı, komutan. Hiç bozuntuya vermeden ayağa kalktım, kadının koluna devam ettim. Yan yana oturmanın mahcubiyeti dolaşıyordu kanımızda. Komutan ön taraftaydı. Fatma’nın çenesi düşmüştü yine. ‘’Siz, erkekler hep böyle misiniz?’’ diyerek hiç beklemediğimiz bir soruya can verdi. Hiçbir şey anlamıyorduk anlattıklarından. Anlamadığımızı ele veren gözlerimizi hesaba katmayı unuturcasına hem de.

Dinliyorduk sadece. ‘’Bir insan bu kadar mı hasis olur? Öyle bakmayın. Bu yıl, muhtar adayı olan amcamdan bahsediyorum. Bir gece telefon etti bize, akşam yemeği hazırlayın misafirler gelecek, falan diye.

Evde hiçbir şey olmadığı gibi parada da yoktu yanımızda. Ama yine de ses çıkarmadık. Nasıl diye sormaya hakkımız yoktu. Ol dediyse olacaktı ve bize de bunu yapmak düşerdi. Bize ne diyecek cüretimiz henüz bize ulaşmamıştı. Sonra akşam oldu, misafirler geldi. Ama dediğim her şey suyunu çekmişti. Muhtar adayı olmuşsun, insan evde bir şey var mı diye sormaz mı? Hadi onu düşünemedin. Misafirini lokantaya götürmeyi de mi akıl edemedin? Şimdi ben mi deliyim o mu? Velhasıl amcam olacak adamın son akşam yemeği oldu. Muhtarlığı da kaybetti zaten.

Şimdi o muhtar adayı oluyor da suç değil, ben Züleyha olmak istiyorum diye mi suç oldu?’’. Demesin mi. Hey hat. Ben hangi şehrin kalburuyum ki efendilerim yüzünü ekşitiyor terasa bakarak. Söyleyin, kanımın sakalları niçin çıkmıyor?

Bu sorunun karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Komutan hemen atlayarak, hadi bakalım şimdi ver cevabını asker, deyince iyice afalladım… Sigaramdan son bir fırt daha aldıktan sonra içeri geçtim. Fatma yatakta hareketsiz bir şekilde uyuyordu. Doktor, komutanla konuşuyordu. Peki, Züleyha oradaysa Fatma nerede?

İkinci not: evet, bu olay yaşandı ve züleyha artık fatma’yı arıyor da ben orada niçin yokum.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''