Babam seslendi uzaklardan. Dönmeyip de ne yapacaktım? Baktım sese doğru. Babam, güney evleri gibi düz damlı bir binanın damında duruyordu. Bakınca bir şey söyler diye umdum. Ama nafileydi. Babam bir daha seslenmedi. Öylece durdu. Daha fazla beklemenin anlamsız olacağını anladım. Önüme dönüp yürümeye başladım. Yol altımdan kayıyordu. Taşlar otobandaki taşıtlar gibi birbirlerini sollayarak vızır vızır yanımdan geçiyordu. Ağaçlara selam verdim bir bir. Her zaman selam veririm. Yoksa dallarını üzerime silkerler diye korkarım. Tabi sadece bundan değil; içten içe de saygı duyarım onlara.
Kafam oldukça karışık. Çözümleyemediğim, düğüm düğüm şeyler gezinip duruyor kafa tasımın içinde. Nenem, “Kafanda kırk tilki var; kırkının da kuyruğunu birbirine değmiyor.” derdi. Yolun ortasında duruverdim. Başımı sağa sola, boynumu acıtacak şekilde salladım. Tilkilerin kuyrukları birbirine değsin diye. Yine değmedi. Kuyruklarını çok ustaca yönetiyorlardı. Bu ansızın yaptığım boyun hareketinden dolayı başım dönmeye başladı. Altımdaki yol dönüyor, ağaçlar etrafımda horon tepiyordu. Birden yükselmeye başladım. Evet, bildiğiniz yükselme. Ayaklarım yerden kesilerek, döne döne yukarılara doğru gittim.
Yükseldikçe yükseldim. Bunu sonu yoktu sanırım. Dünya mavi bir yağmur damlası gibi kaldı. Gezegenler bilardo topları gibi oraya buraya gidip duruyordu. Yükselmek güzeldi. Fakat birden düşme ihtimalim geldi aklıma. Ya bu yükselişin bir düşüşü varsa? Bunca yükseklikten düşersem, daha yere düşmeden un ufak olurdum. Ayaklarımın boşlukta olduğu hissi aklımı aldı. Fakat o karanlık yok mu? O koca karanlık, o da aklımı aldı. Muhteşemliğiyle. Sonra bu muhteşem fonda bir müzik olsaydı, diye düşündüm. Beethoven’dan Moonlight Sonata, Çaykovski’den Kuğu Gölü Balesi ya da Chopin’den Spring Waltz olabilirdi mesela. Bunlardan birisini hatırlamaya çalıştım. Fakat her defasında Ankaralı bir şarkıcıdan tesadüfen dinlediğim “Atım Arap” parçası geliyordu aklıma. Ne kadar da zorlasam, piyano sesleri biranda elektro bağlamanın telleri oluveriyordu. Sonra uğraşmadım. Müzik de kendiliğinden sustu. Derin sessiziliğin ritmi vardı artık. Bu ritimler kadar yakıcı olmamıştı hiç bir müzik. Gözlerimi kapadım. Daha da ötelere, daha da derinlere gitmek istedim. Sanki gözlerimi kapayınca hızlanacaktım.
Sırtımı yasladığım ağacın sık dalları arasından bir parça güneş konmuştu yüzüme. Bu tatlı sıcaklıkla gözlerimi açarak doğruldum. Saate baktım. Öğleden sonra üç buçuktu. Biraz soluklanmak, biraz da ruhumu dinlendirmek için oturduğum bu ağacın altında içim geçmişti. Tam bir uyku değildi aslında. Uyuyup uyumadığıma emin değildim açıkçası. Hemen karşımda, ağacın cömert gölgesinde duran arabamın açık radyosunda “Atıp Arap” parçası çalıyordu. Bir anda içim kıpır kıpır oldu. Etrafa bir göz attıktan sonra engin düzlüğün ortasındaki, bu yol kenarında, bir hayır sahibinin diktiği bu palamut ağacının altında kırıta kırıta oynamaya başladım. Şarkı bittiğinde ter içinde kalmıştım. Yaptığım şeyin garipliğine gülmekten kendimi alamadım. Sonra arabama binerek, Beethoven CD’sini takıp yoluma koyuldum. Babamlar merak etmeye başlamışlardı kesin.
Resim: www.kortrijk.be/sites/kortrijk/files/media/piano.jpg