Hangi mesele ve neden?
İçi buruşmuş bu soruyla nasıl kendimizi ifade edebiliriz? Sorduklarımızın bizi ilgilendiren tarafı ne? Sorduğumuzda aldığımız cevapların ne kadarı bize ait? Sordukça çoğalıyorsa sorular ne zaman durmalıyız? Sorulunca söylenebilecek mi, dile gelmekte zorluk çeken o bazı şeyler? Kırdığımız şeylerin anatomisini ne? Bu soruları çoğaltabilecek kanımız damarlarımızda mevcut elbette. Susamış noktalar arıyor ve biz bekliyoruz kanın akmasını, fakat niçin yola koyulduğumuzu unutmadan başa dönelim istiyorum gene de. Tanrının kötülük yapmayacağı ama insana zarar vereceği hususu beni düşündürüyor özellikle. Düşünmek için önce durmak gerektiğini söyleyen sanırım Dücane Cündioğlu’ydu. Oysa hep hareket halindeyiz; çünkü şehirdeyiz. Bu yüzdendir çoğu zaman durmayı unuturuz. Durmamız gerektiğini hatırladığımızda ise çoktan gemiler boğazları aşmış oluyor. Görev bilinci dedikleri böyle yoğun bir edim meğer; Bundan ne kadar emin olamasak da hissediyoruz akışını.
Alabildiğimizi aldık, arta kalanlarsa sonraki dövüşe kalıyordu sanki. Burada şöyle bir açıklık getirmek ne kadar doğru olur peki, ya da vakti gelmişken ağzımızdan çıkanı biraz da kulağımız duymasa nasıl olur? Şöyle bir motto hatırlıyorum Kinyas ve Kayra’da geçiyordu ya da adını hatırlayamadığım bir başka eserde.: “Önemli olan benim tanrıya inanıp inanmamam değil, tanrının bana inanıp inanmaması”. Böylece söyleyeceklerimdeki çarpıklığı yukarıda isimlerini zikrettiğim mütefekkirlerin üzerine atmam daha kolay olacaktır. Yani demek istediğim tanrı; insana, doğaya zarar veriyor, insan da kötülük yapıyor. İnanıyorsak, fıtratın etrafındaki zehirli otları budamamız gerek ama. Belki söylediklerimiz anlaşılır olmayı kendine şiar edinir bu vesileyle. Beklemeliyiz sadece. Olanı görmeliyiz. Kendi içinde bir tutarlılık mevzubahis ve fazlasıyla yoğun bir akış bu. Arkasına yaslandığımız duvarlar bile bizi iyi hissettirmeyecekse eğer durmanın ne anlamı var? Şimdi bu durumda kim kiminle oynuyor? Kabul edelim ki, tanrıyla oyun olmaz, fakat durum da ortada, insan fena halde kötü ve güçlü. Gözle görülecek kadar da aşikâr.
‘’Ben kendime iyi bakarsam şifamı Allah vermiş olmaz ki’’
Bir ahbabımın söylediği bu sözün doğruluğu ve’ya fazlalılığı üzerinde nasıl durabiliriz? Bu bile aslında bir nevi tanrıcılık oynamak değil midir? Mantığımız bunu savunuyor:
‘’q →p ∴ q ↔ p’’
Şimdi benim buradaki cümlenin noksanlığına bir laf olursa da anlarım, zira bazı cümlelerin neliği yok kendi içinde. O yüzden sırtımı duvara dayamayı seçmek işime geliyor. Ağzımdan fırlayan bazı kelimelerin beni nerelere sürükleyeceği hususunda tedirginim çünkü. Bu da beni olduğumdan daha çirkin gösteriyor haliyle. Ne yapacağını bilemememin sancısı da içime içime işliyor, farkındayım. Bu yüzden farkında olmak bile ateşimi düşürmüyor. Korku demeliyim mi bilmiyorum. Bir şeyler yapmalıyım sanki. Gene duruyorum. Anlatacaklarım bunlar değildi. Fakat ne yazacaktımın sorunu beni pek ilgilendirmiyor şu an için. Bugünün bayram olması bir şeye işaret; ama ne? Cevabını bilmediğim sorular daha ne kadar karşıma çıkacak? Biliyorum kolay anlaşılmayacak, hatta ne geveliyor bu dediğinizi duyar gibiyim uzaktan. Korku denen bir şey var ve. Ne zaman elimi bir yere uzatsam her an karşıma çıkacakmış hissi ağır basıyor.
‘’Uzaktan işmar edip durmasın bana
Gelsin bana dokunsun
Alnının çatında değil belki
Ama bir iriminde aklının
Kalsın korkum.’’
İsmet Özel’in damarlarımıza işlediği şu dizeler bizi daha ne kadar mahvedecek diye bekliyorken, ansızın karşımıza çıkıvermesi işte bizi korkutuyor. Korku görünmüyor ve üzerine gidemiyoruz. Öyle sanıldığı gibi hafif sözlerle kendimizi kandıramayız da. Daha nasıl yükümü hafifletebilirim?
Bunu bilmek istiyorum.