Post-truth

İnsan  zihninden bağımsız olarak somut herhangi bir şeyin  olması  durumuna “gerçeklik” diyoruz. Doğru kavramı üzerinde bir çok tanımlama yapılmıştır. Ancak en geçerli tanımlama gerçekle birebir özdeş olan bilginin aldığı değere ”doğru” denir tanımlamasıdır. Doğal olarak gerçeğin dışına ne kadar çıkılmış olursa olsun gerçeği tam yansıtmayan bilgi ise “yanlış” değerini alır.  “Doğru” kavramının çok kullanılan başka bir tanımı ise “tümel uzlaşım”a dayanıyor. Yani her hangi bir durumda insanların çoğunluğu hangi fikri paylaşıyorsa o “doğru” kabul edilir.

Bir de önemli olan bir durum daha var ki günümüz dünyası olgulardan çok algılara değer verme eğililimine girmiştir. Algı olguya yaklaştığı ölçüde bir sorun yoktur ancak algı olgunun fazlasıyla dışına çıkmaya başladıysa gerçeklik değerini yitirir ve “post-truth” ölçütü gerçekliğin yerini alır. “Post-truth” ölçütü ve de kavramı bir bakıma “tümel uzlaşım” kavramına yakın bir kavramdır diyebiliriz. Ya da daha güzel bir anlatımla “post-truth” bilgileri geçerli saymanın kendiliğinden bir “tümel uzlaşım” doğuracağını söyleyebiliriz.

“Post-truth, ya da farklı kullanımıyla post-fact’in Oxford Sözlük’teki tanımı şu şekilde:‘Post-truth’ bir sıfat olarak,  nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu.” (https://teyit.org/post-truth-neden-bu-kadar-gundemde/ 27.05.2017, ŞENER, Orhan)

“Post-truth” kavramı internet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla gündeme gelmiş bir kavramdır. 1980’lerle birlikte dünya tek kutuplu hale gelme yolunda hızlı adımlar atılmış ve “soğuk savaşı”ın biteceği öngörülmüştür. Ve soğuk savaşın bitmesiyle birlikte ABD kendi özel bünyesinde kullandığı “internet”i halka açtı. Çünkü kurulan bu yeni dünya için önemli olan hızdı iletişimde hızlı olmalı, kontrol edilmeliydi. Yeryüzündeki bütün finans hareketleri hızlı bir şekilde yapılabilmeli, borsalar birbirlerine bağlanabilmeli, mal, hizmet ve finans akışı önündeki bütün kısıtlamalar kaldırılmalıydı. Hatta bu akım o kadar iyi pazarlandı ki Francis Fukuyama çıkıp sonradan çark etse bile “tarihin sonu” isimli bir makale yayımlamıştı. Dolayısıyla “büyük şirketler” tek kutuplu bir dünyanın kurulduğuna inanıp zaferlerini ilan etmişlerdir. Ancak işler belli bir noktadan sonra istenildiği gibi gitmemeye başladı Rusya toparlandı ve Çin üretimini arttırdı. Hal böyle olunca tek kutupluluk önce çok ortaklılığa sonra da yeniden çok kutupluluğa dönüşüverdi. Bu dönüşümle birlikte bilgi akışı da farklı yönlendirmelerin farklı merkezlerin etkisine açılmış oldu. Kısaca başlangıçta öngördükleri gibi kontrol edemediler interneti ve artık istemedikleri bilgiler de dolaşıma girmişti. İşte bu öngörüsüzlüğün sonucu olarak “post-truth” kavramı ister istemez gündeme oturmuştur.

“Post-truth” kavramı, insanlar teyit edilmeyen bilgilere değer verdikçe gündemden düşmeyecek bir kavramdır. Aslında karşılıklı güvensizliğin sonucudur “post-truth”. İnsanlar hükümetlerin ve şirketlerin gerçeğe aykırı bilgilendirmelerini gördükçe komplo teorilerine ve yalan haberlere daha çok inanır olmuşlardır. Örneğin ABD ikinci körfez harekatının gerekçesi olarak kitle imha silahlarını göstermişti. Ancak Irak’ın elinde kitle imha silahı bulunmadığı ortaya çıkmıştı. Bu tür durumlar nedeniyle resmi bilgilendirmelerde önemini yitirmeye başladı ve kamuoyu gerçeğin ne olduğunu artık çözemez hale geldi. Bireyler gerçekten koptuğu zaman şizofreni tanısı konabiliyor. Ancak toplumlar gerçekten kopmaya başlarlarsa “post-truth” kavramının tek başına bu durumu açıklamaya yetmeyeceği kesin. “Sosyal şizofreni” diye bir kavramımız daha var ancak bu kavram da başka anlamları da içinde barındırıyor. Ve de şu anda işlediğimiz konunun sınırlarını daha da genişletmemek adına bu kavrama girmeyeceğim. Ancak okura araştırması için önerebileceğim bir kavramdır. Kısaca diyebiliriz ki gerçekliğin sınırları ne kadar zorlanırsa psikolojik rahatsızlıklar da o oranda artacaktır.

Türkiye toplumu bağlamında internet dışında da post-truth örnekleri görmemiz mümkün. Özellikle üçüncü sayfa yayıncılığı yapan televizyon programlarına gösterilen ilgi; toplumun ruh sağlının bozulmuş olabileceği kuşkularını uyandırabilmekte. Hak ve adalet arayışının sıradan adli olaylara indirgendiği programlarda, suçlular yakalanıyor, saptanıyor, iddialar havalarda uçuşuyor. Programlardaki sunucular bazı insanların ne kadar kötü, ne kadar acımasız, ne kadar vicdansız olduğunu anlatıyor. Ve böylelikle sistemdeki kusurlar “kötü bireylere” yüklenmiş oluyor. Programlar bu bağlamda bir rahatlama seansı gibi çalışıyor. İnsanlar “kötü” insanlara toplumun bütün suçlarını yükledikten sonra kendilerinin “iyi” olduğuna inanıyor. Oysa ki “iyi” ve “kötü” sadece bizlerin ortaya koyduğu soyut kavramlardır ki işin asıl komik tarafı da  burada ortaya çıkıyor. “Soyut düşünce” üretmekte zorlanan insanlar soyut kavramların arkasına saklanıyorlar. Şu bilinmelidir ki bir olaya “iyi” ya da “kötü” değeri verilecekse bile bu eyleme dayalı olarak verilmelidir. Algı yönlendirmeleri ve ”post-truth’ içeriğe sahip bilgilerle kimseyi “kötü” ilan edemezsiniz haddinizi aşıp ilan ettiniz diyelim ki; kötülüğe ağlamak, kötülüğe küfretmek sizi “iyi” yapmayacaktır.

 

Son Yazılar