”Kendim üstüne bir kalem denemesi diye bakılmalı bu kitaba. Kendimi yazarken de Montaigne’in dediği gibi, okuyucunun kitabımda beni, bende de kitabımı bulsunlar istedim.”
Bir hakikat var. Hakikat ve inanmak. Hakikate inanmayan, Tanrı’ya da inanmaz, şiire de. Burası derin bir mevzuu. Boyumuzu aşar kalabalıklığı. Ama hakikat hakikattır özünde. Yolumuza bakalım biz. Burnundan kıl aldırmayan, çocukluğunu veya gençliğini yerlere göklere sığdıramayan, aramızdaki o meş’um edebiyatçıların çocukluklarının pembe panjurlarından bakarak bize mavi bir resim çizmekte ısrar etme becerilerine deyinmiyorum bile. Çıplak demenin ötesinde mırıldanma teşebbüsü benimkisi.
İlhan Berk’in çıplaklığı.
‘’Dünyaya gelişimle ilgili hiçbir şey anımsamıyorum. Gök, her zamanki gök, evler, sokaklar, çarşılar olacak. Başka türlü olsaydı anımsardım diyorum… Dünyaya gelmiş olmak, bir bunu bilmek bana yetiyordu’’.
Dünyaya gelişimle bir alıp veremediğim var benim. Niçin diye sormak ürkütse de bazen, içimden geldiğince salaş bir vaziyette hayatın akışına bırakıyorum kendimi. Yüzleşmekten korktuğumu itiraf etmek için henüz çok erken olsa da. Kafa karışıklığı yaratmaktan başka bir halta yaramıyor zaten. Üzerine gidersem işlerin daha da karmaşıklaşmasından çekiniyorum. Bu da beni ikna ediyor o an.
‘’Çocukluğunu yaşamış olanlarla benim aramdaki ayırım nedir? Öyle sanıyorum ki benim çocukluğum olmadı derken babamı, bir onu düşünüyorum da böyle diyorum. Aslında ‘’Babam olmadı, ben baba nedir bilmiyorum’’ demek yerine ‘’çocukluğum olmadı benim’’ diyorum.’’
Çocukluğumla yüzleşmeye hazır mıyım? Buna cevap vermek henüz çok erken biliyorum. Kimi çocuk, büyürken arınır günahlarından, kimi çocuk büyüdükçe ortasına düşer izbeliğin. Çık çıkabilirsen. Gücümüz el verdiği sürece boğuşmaya çabalarız, sonrası kaderin bize bahşettiği takatle alakalıdır. Bize düşen yazgıdan kopardıklarımız kalıyor geriye. Dahası en büyük günahımız belki de yazgımızın bize bahşettiği çocukluğumuzdur. Ayrıca çok iyi bilirsiniz ki çocukluğun en güzel yaşanmışlıkları baba-anne-‘ ile birlikte geçirilen an’lardır. Şair, dünyaya gözlerini daha açar açmaz yalnızlığın asık suratıyla tanışmış belli ki, ya da… Bazı kişilerin yalnızlığı daha koyu olur derler ya, aynen öyle muamma dolu. Çözelim desek, elimizde kalır.
‘’Çocukluk asıl babayla başlıyor, diyeceğim. Babamı düşününce, ondan pek bir şey anımsamıyorum. İşte bunun için de benim çocukluğum olmadı diyorum. Onunla doğduğum, oturduğumuz evde hiç el ele yürümedik. Bunu bile söylemem zor. Beni hiç dövmüş olabilir mi? Bilmiyorum. Hiç sevdi mi? Onu da bilmiyorum. Elinin yanağımın üstünde hiçbir anısı yok…’’
Daha da ötesi yakaladığınız o duygu çıplaklığıyla birlikte usulca rengimiz değişiyor. Tenlerimiz birbiriyle aynı değil. Daha derinlere inmeli.
‘’Çocukluk nasıl unutulur? Nasıl yadsınır? İşte bunları düşünüyorum da belki de ben çocukken daha belleğim oluşmamış,kurulmamış gelişmemişti diyorum.’’
Bu satırlar,”hatırlamak için bir hafızamız varken, unutmak için elimizde hiçbir şeyin olmaması; hayatın bize attığı en büyük kazıktır” sözünü hatırlattı Murathan Mungan’ın. Size de oluyor mu bilemem ama ben, zaman zaman hatırlamak istemediğim ama bilinçaltımın benle inat edercesine hafızamın kapalı çekmecelerini kurcalamasına fena halde bozulurum. Aslında hafıza metamorfoz halidir vicdanın. İstesek de baş edemeyiz ya da yazgımıza boyun eğercesine devam ederiz hayatımıza kaldığımız yerden. Bunlara rağmen bir tek şeyi yapabileceğimizi düşünüyorum, o da vicdanımızı daha fazla rahatsız etmemek. Bazı yaraların çok geç kabuk bağlamasının sebebi de bu değil mi zaten?
Şairin duygularımı derinden sarsan kısımlardan biri de Manisa’nın kurtuluşuna dair verdiği şu bölümdü:
”…düşman yenilmişti, kent bayraklarla donatılmış, YAŞASIN! sesleriyle çınlıyordu. Tutsaklar geçerken halk taş atıyor, tükürüyor, yumrukluyordu. Kentin dış mahallesindeki bir çukuru hiç unutmam: Kent düşmandan temizlendiğinde, sokaklarda, duman içinde hâlâ can çekişen düşman askerlerine rastlanıyordu. Ölü bir askerin bacaklarına çakı saplayan bizden büyük çocukları hiç unutmayacağım”
İşte böyle bir dünyada, böyle bir zamanda çocuk olduğunu fısıldıyor İlhan Berk. Elbette tarihi döneme ve şartlara göre değerlendirmek boynumuzun borcu, ama yine de ”ölmüş bir askerin” bacağına çakı saplamasını, ki o kişi düşman bile olsa, vatanseverlikle izah edemem. Ciddi olmayı kenara bırakıp öyle ilerlemeliyiz belki. Peki ya diğer pencerede hangi resim var onu biliyor muyuz? Resmi tarih şüphe uyandırır hep. Sayfaları çevirirken denk geldiğim şu satırlar, uzun bir süre nutkumun tutulmasına sebep oldu:
‘’Büyük ablam deliydi. Yedi kişilik küçük evimizde Huriye ablam tek başına bir odada otururdu. Çıplaktı ve öyle öldü:.. ablamı Manisa’nın düşman işgalinde evde bırakıp dağa çıktık. Kent yanıyordu ve ablam bizimle dağa gelmek istememişti. Ben neden sonra onun,yangın evimizi sarınca, odasından çıkıp kente indiğini, öyle bir zaman dolaştıktan sonra, saçlarından tutuşarak yanıp kül olduğunu öğrendim. Benim çocuk dünyam da böylece yıkıldı’’
Bütün çirkinliklerin, savaşların günahını hep masum olanlar verir. Böyle bir durumu düşünürken bile insanın içi burkuluyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen hem de. İyi insanlar neden çabuk göç eder ki bu dünyadan? O güzel atlılar dahil.
Şairin de ekseri ifade ettiği üzere sürekli uçlarda yaşadı ve şiirlerini en uçlarda kaleme aldı. Behçet Necatigil de zaten onun için ‘’şiirimizin uç beyi’’ diyerek ona hakkını teslim etmemiş miydi? Dolayısıyla bu kadar uçlarda yaşayan birinin çocukken nasıl oyuncakları olsun ki.Ya da oyuncaktan kastımız ne tam olarak ne? Gelin sözü İlhan Berk’e bırakalım da yükümüz hafiflesin:
‘’Çocuğun oyuncak dediği taş parçası, kırık bir sandalye, bir cam, bir ağaç dalı da oyuncaklarıdır onun. Oyuncak ‘’çocuğun benim’’ diyebileceği her şeydir. Bunun için sokağa çıkması yeter. Sokaksa evden çok çocuklarındır.’
Şair, her çocuk gibi büyümeye başlıyor ve artık ortaokul yıllarında boy atıyor. Böylece ilk aşk’la da tanışmış oluyor. Yaşlılığında yakışıklı olan Şair, acaba çocukluğunda da o kadar yakışıklı mıydı?
”Yakışıklıyım. Saçlarım biryantinli, parlak, ortadan ayırmışım, üstümden özen akıyor. Bir elim pantolon cebinde, öbür elimle ceketimin yakasını tutmuşum. Ellerimi böylece belki ilk kez koyacak bir yer bulmuşum. Yüzüm adamakıllı uzun, bir at yüzü sanki; kulaklarım küçük, dudaklarım ince, hafif şiş gözlerimin altı… Sevdiğim kız en önde okul müdürünün yanında duruyor. Esmer ve hep gülen. Cebim, onun için yazdığım şiirlerle dolu…’’
Görüldüğü gibi batı cephesinde de değişen bir şey yok, en büyük şairler bile bir aşkla başlamış şiire. Belki aşk olmasaydı şair de olmazdı. Peki gerçek neydi şair için:
…’’Gerçek benim!. .Gerçekten de kişinin bu dünyayı, dünyadaki nice şeyi anlayabilmesi, onu kabullenmesi, ya da yadsıması, değiştirmek istemesi ancak kendini ortaya koyması, bir birey olarak bu bilince sahip çıkmasıyla başlar.’’
Asıl bizi ilgilendiren de belki de Şair’in yazmayla olan ilişkisini anlattığı kısımdır. Daha ilk okul sıralarında şiirle tanışan birinin ileride büyük bir şair olacağını kim bilebilirdi ki? Ve daha ortaokul sıralarındayken şiirlerini Halk Evi basıyor. Aynı zamanda Hayat ve Muhit dergilerini de takip eder. Bir yandan da Nâzım Hikmet, Ahmet Haşim gibi şairler…Tabi okuyacağım derken insanın başına hiç beklemediği şeyler de gelebilir:
‘’O zamanlar benim günlerim, her gün okula dişçi dışında, kitaplarda geçiyor. Muradiye camisinin kitaplığında beyaz sakallı, nur yüzlü, daha çok ululara benzeyen, yeşil sarıklı birinden dergileri alıp okuyorum. Adam beni hep karşısına oturuyor, oturtup bana bakıyor. Ne zaman bir kitap verse ellerimi ellerinden zor kurtarıyorum. Kitaplık cami gibi sessizdi ve hemen hemen de kimseler olmazdı burada…Bu ulunun bir homoseksüel olduğunu çok sonra anladım ve ürktüm.’’
Aslında alıntılara yer vermemin sebebi, kitabın içindeki saklı kelimelerin, hayatların veya acıların ne kadar hakikate yakın olduğuna işaret etmek içindi. Bu mevzuda son derece mutmainim. Her şeyden önemlisi böyle bir kitabı, hayatı okuduğum için kendimi bahtiyar addediyorum. Böylece okuduğum şairlerin listesinde adı epey geride olan İlhan Berk’e haksızlık yaptığımı da öğrenmiş oldum. Kitabın bana kazandırdığı kayda değer şey de buydu galiba. Gerisi kocaman bir muamma.
İlhan Berk diyorum. Uzun Bir Adam…
Son olarak Alber Camus’nun şu sözüyle bitirmek istiyorum:
‘’Bu dünyayı anlamlı bulsaydım kalemi elime almazdım’’
***
resimler: http://simurg.com.tr/upload/products/26041.jpg
http://odatv.com/images/2015_08/2015_08_27/vimg_8dbde_v.jpg
http://pbs.twimg.com/media/C6taO3TWsAAT-wZ.jpg