Babama Benzeyen Adamın Fotoğrafhanesi*

Böyle davranarak mutlu oluyordum sanırım, bilemiyorum. Fazlalıkları atarak içimden kendimi rahatlatıyordum belki de. Hatta afili bir cümle kurmak istiyorum hemen, ama parmaklarım gerisin geri itiyor tahriş izlerini. Yazık.

‘’Şairler kadar cesur değilim.’’

Ve babam…

Bizim ilişkimiz, karşılıklı imzalanan bir anlaşmanın 18. maddesine uyma mecburiyetiydi daha çok. Hedefe ulaşana kadar. Değiştirilmesi bile teklif edilemezdi. Sonrası için her şey muamma. Muamma anlatmak ise bizim vazifemiz değil. Köylülerin. Şehirler konumuz dahilinde değil yalnızca.

Her şeyi bir kenara bırakalım. Birinci sınıfta ‘’Öğretmenim tuvalete gidebilir miyim’’diye izin almayı bile beceremezdim. Lafı bile edilemeyecek bir ayrıntı gibi gelebilir, ama tersten okumak asıl bizim işimiz. Dağıtmadan. Beceriksizliğim kalın sayılarla izah edilecek gibi değil. Oysa bütün arkadaşlarım derslerin ortasında istedikleri zaman, pervasızca sıraların arasından kuyruk sallaya sallaya gidebilme cesareti gösterirlerdi. Gerek sosyal çevre gerek şartların anlaşılamaz miskinliği buna işaret ediyordu. Tuvaletin bir rahatlama mekanı olduğunu daha o zamanlar anlamıştım zira. Geç de olsa. Bununla kalsa iyi; gene bir gün sınıfta öğretmenin gelmesini bekliyorduk; fakat adam gibi beklemeyi beceremediğimizden miydi neydi, sınıftaki toz duman nefesimize peşkeş çekiyordu ince ruhlu dokunuşlarla. Hemen hemen herkes ayaktaydı, gürültüden rahatsız olduğumdan elimle kulaklarımı  kapatarak detone olan o gürültünün sinir hücrelerimi kirletmemesi için çaba gösteriyordum. Bu çirkeflik öğretmenin sınıfa girmesiyle nihayete erdi. Öyle sanıyordum yani. Öğretmen içeri girdi ve bana doğru hızlı adımlarla yürüdü. Ansızın. Tak. Şrak. Pencere açık, kuşlar uçabilirdi.

Suratımda hissettiğim şamarın çıkardığı ses, duvarlara çarpa çarpa böğürüyordu sanki. Nereden baksan bir çelişki. Bu tokat neden peki, diye sormak aklıma bile gelmedi. Aklıma gelse kaç yazar hem. Vurduysa bir bildiği vardır. Muhakkak. Ne çok haklıymış meğer İsmet Özel:

‘’Tokat aklıma bile gelmezdi, babam onbeşli olmasa.’’

Ama tokat bizden çok uzaktaydı. Diğer birçok şehirler gibi. Okulda yediğim dayakların, tokatların sadece bir girizgahıydı aslında. Hayattan yediklerimin yanında esamesi bile okunmaz biliyorum. Nasibimize düşen bütün terbiyeli kelimeleri tenimize işleye işleye bir hal olmuştu artık bünyemiz. Kemiklerimiz bize ait değilmişçesine kıkırdıyordu. Etimiz deseniz, çoktan ateşe bırakılmıştı. Ateşin düştüğü yer bizden iki sokak ötedeydi. Zirvesi Cudi dağıydı. Orası da kara bürünmüştü, ellerimiz üşüyordu yalnızca.

En azından bazen hakettiğim için atılıyordu o tokatlar ve adalet yerini buluyordu. O dayaklar yetmezmişçesine ilkokuldan mezun olacağım sene zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarıldı. ”Hükümet” bile dayak yiyişimden memnundu sanki, yoksa ne gerek vardı böyle bir karara, zamanı mıydı?  O zamanlar başbakan Mesut Yılmaz’dı sanırım. Değil miydi yoksa? Sanmaktan öte bir öfkeydi benimkisi. Zat-ı alilerini bu olaydan sonra bir daha unutmadım. Neyse ortaokul sıralarına çabuk alışmıştım ve nedendir bilmiyorum kendimi büyümüş hissediyordum. Sakallarımın bundan haberi bile yoktu henüz. Ne de olsa  kravat takıyordum. Bizim için o zamanlar kravat, dev aynasından bakabilme nişanesiydi. Bir de kravatınızı kendiniz bağlayabiliyorsanız, ne âlâ. Memleket yansa umurunuzda olmazdı. İşte o zaman sizden daha bahtiyarı da. Kızların etekleri zil çalardı ol vakitler. Bu bir demdir. Gelir ve geçer.

Geçti.

Mübalağa ediyorum evet, ama sanki öyleymiş gibi geliyor bana. Mübalağa, gerçeği olduğu gibi söylemenin edeplice söylenmiş halidir biraz. Yoksa durduk yere neden ingilizce hocama âşık’ olayım ki. Hatta onun da bana âşık olduğunu düşünecek kadar inanmıştım bu aşka. En arkada oturmama rağmen, sadece ingilizce derslerinde sırf ona daha yakın olmak adına öğretmen masasının hemen önündeki sıraya oturur, dersin bitimine kadar gürbüz bir duruşla dinlerdim anlattıklarını. Kıvırcık saçlarını nerede görsem tanırım. Tanırdım. En çok da ecnebice kelimelerinin telaffuzuna meftundum. Gözüne girmek için verdiği bütün ödevleri eksiksiz yaptığımı eklemek iktiza eder. Bu çabalarım işe yaradığından olsa gerek en ‘gözde’ öğrencisi olmuştum artık. Kendimce düşler kurar, tasarruflu kelimelerle senaryolar karalardım. Derken birden kayboldu. Bir varmış bir yokmuşların biçare etmediği zamanlara takılmıştı çengelimiz. Ve ulak haberi çok zaman sonra getirir. Bizim fen bilgisi Ali hocasıyla nişanlanmış meğer. Bu olaydan sonra fen bilgisi öğretmenleri benim için yalnızca ebedi bir düşmandan öteye gidemedi.

Babamdan çok mu nefret ederdim peki? Olacak iş mi bu. Dahası damarları tıkayacak amansız bir sevgi de beslemezdim: korku dışında. Mübalağa ediyorum, çünkü gerçek. Pasolini olsa gerek bunu söyleyen.

‘’Budur
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku’’
İsmet Özel

Beni dövdüğünü hatırlamadığım gibi saçlarımı okşamasını da hatırlamıyorum-belki de saçlarımın kıvırcıklığındandı, bilemiyorum-Öyle o meşhur babalar gibi, uyuduktan sonra rol yapabilecek becerilerden nasibini almamıştı. Belki de seviyorduk  birbirimizi, ama açılamıyorduk birbirimize, kim bilir.

Son olarak, babamın askerde çektirdiği 21×30 boyutlarında bir fotoğrafı asılıydı salonumuzun duvarında. İlk gördüğümde anneme ‘’bu adam kim’’ diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum; çünkü fotoğraftaki adam çok yakışıklıydı ve babama hiç benzemiyordu. Onun babam olabileceği ihtimal bile tedirgin ediyordu beni. Olsa olsa annemin çocukluk aşkıdır diye düşünürdüm hep. Bunda yanılmamıştım ama.

Sahi bunları niye anlatıyorum? Bir açıklaması olmalı bunların.

Bu anlattıklarım birazdan bahsedeceğim kitabın tanıtımına naçizane özel bir girizgahtı aslında. Öyle bir kitap ki nereden tutsam ruhsal bir çöküş. Bende bıraktığı derin ürpertiyi birkaç satır da olsa değinmek istedim bu yüzden. Normal şartlarda böyle şatafata gerek bile duymazdım, ancak bu sefer sessiz kalmayı pek başaramadım maalesef. Kitabın payını da unutmamak gerekir, ki  her şeyi alt üst etti, her şey paramparça olmuş bir vaziyette kafamın içinde zonkluyor. Paranın Cinleri’ni okuduğumda dilimin kıkırtısını dindirememiştim; tabi her iki kitap birbirlerine zıt temalarla dokunuyor damar kesiğine. İki bambaşka hayat: Biri masumiyeti, diğeri acı hayat’ı.

Bize kalan şimdilik acı.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''