Böylesine kışkırtıcı bir başlığı tercih etmemin nedeni, söylemek istediklerimin önemli olduğunu düşünmem ve yazının sonuna kadar okunmasını istiyor olmamın dışında, en az onlar kadar etkili olan başlığın, yazının özetini ironik bir şekilde iyi ifade ediyor oluşu. Başlık ilk etapta “özgürleşmenin önündeki engelleri aşmak adına en büyük yasa koyucunun paranteze alınması” gibi ateolojik imalara kapı aralıyor gözükse de bu yazıda farklı bir perspektiften konuya yaklaşmaya çalışacağız. (Tarihselciliğe yönelik yazacağım eleştiri yazılarına ara vererek önemli olduğunu düşündüğüm bu konu hakkında yazmak istedim.)
Aslında bu yazıdaki ana fikir orijinal değildir. Fakat dünya görüşlerimizin çeşitliliği ile paralel seyreden bir yazın hayatına sahip olduğumuzu göz önünde bulundurursak bizim fikir dünyamızda kendisine hiçbir çevrede (Çevreden kastım dünyayı dinsel veya ateolojik bir perspektiften anlamlandırmaya çalışıyor oluşumuz ve kendimizi nerede konumlandırdığımızdır.) yer yurt edinememiş bir kavramdan söz edeceğim. Batı metafiziğine yönelik ilk ciddi başkaldırıyı yapan isimler arasında bulunan Heideger’in, diğer bazı dönem filozoflarının yaptığı gibi geleneği yapısöküme (bu kavramdan ne anlamamız gerektiğine dair de bir şeyler karalamaya çalışırdım fakat Derrida’nın diğer tüm kavramları gibi tanımlanmaya dirençli oluşları ya da tanımlanmamak adına var olmaları sorunu beni aşar.) uğratmak adına bu kavramı yaratması, sonuç olarak söz konusu felsefi geleneğin tümden, onto – teoloji olarak isimlendirilmesi ile sonuçlanan bir sürecin başlangıcı olmuştur.
Onto – teoloji olarak isimlendirilen belli bir düşünüş biçimine hapsedilmiş Tanrı tasavvuruna yönelik bir başkaldırıydı aynı zamanda Heideger’in yaptığı. Temsil, özdeşlik, logos merkezcilik kavramlarının hakim olduğu metafiziğin içerisinde oluşturulmuş ve tıkılıp kalmış, anlamı daraltılmış bir Tanrı tasavvurunun hakikati ifade etmekten uzak olduğu aşikardır. Fakat Batı felsefesini mümkün kılan temsil mantığından Tanrı tasavvuru da kurtulamamıştır. Hatta bütün metafiziği var eden odur denebilir. Öyle ki bu kavram varlıkların zeminini sağlar ve bütün içinde sebeplerini izah eder. Tanrı’yı belli bir biçimde (burada kastım tecsime (Tanrı’yı cisimleştirme) değil onu hangi sınırlar (Dil içerisinde konumlandırma anlamında sınırlandırma hakikate yönelik bir görüş belirtmekten herhangi bir insanoğlu uzak dursun) içinde düşüneceğimizi belirleme anlamında düşünme biçimi) kavramsallaştırma doğrultusunda bir Tanrı tasavvuru.
Heideger’in onto – teoloji kavramıyla neleri ima ettiğini anlamak bakımından önemli olması hasebiyle kavramın kendi yaratıcısının ağzından metafiziğin ontolojik inşasını dinleyelim:
“Causa sui felsefenin Tanrı’sı için hakiki isimdir. İnsan bu Tanrı’nın önünde ne dua edebilir ne de bu Tanrı’ya kurban sunabilir. Causa sui’nin önünde insan ne huşu içinde dizlerini kırabilir, ne de bu Tanrı’nın önünde müzik dinleyip dans edebilir. Causa sui olarak Tanrı’yı, felsefenin Tanrı’sını terk etmek zorunda kalan Tanrısız düşünce bu nedenle belki de İlahi Tanrı’ya daha yakındır. Burada bu yalnızca şu anlama gelir. Tanrısız düşünce İlahi Tanrı’ya onto – teolojinin kabul etmek isteyebileceğinden daha yakındır.”
Logos merkezli bir sistem içinde düşünülüp sınırlandırılan bir Tanrı kavramı Tanrı üzerine düşünümün farklı Tanrı tasavvurlarının önünü tıkar.
İnsan aklının her şeyi kavrayabileceğinin düşünüldüğü felsefik bir arka planı gerektiren bu rasyonalist Tanrı tasavvuru insan merkezli bir düşünümle de yakından ilgilidir. İnsan kendisi dışında bir takım güçler tarafından kuşatılan bir nesne olmaktan çıkarak her şeyin onun merkezi etrafında döndüğü ve her şeyi kuşatabilecek güce eriştiğine inandığı ve kendisini özne olarak konumlandırdığı bir evrede diğer her şey gibi Tanrı da kavramsallaştırılmak sureti ile dile hapsedilmiştir. (Dilde, varlığı (yine dilsel bir tanımlama) tanımlanmaktan uzak olmasına rağmen kendisine yer bulmuştur.)
Metafiziğe temel sağlama adına sebepten başlayarak illetlerin illeti , ilk sebep şeklinde oluşturulan bir Tanrı tasavvurundan, dinlerin vahiy eksenli olan yani kendisini sunduğu şekliyle düşünülebilecek Tanrı tasavvuruna yapılacak olan geçiş onto – teolojinin sınırlarının aşındırılmasını ve sonuç olarak metafizik dışı bir zemini imler.
Sonuç olarak onto – teoloji terimi, metafiziği mümkün kılan ve Tanrı’yı causa sui olarak düşünen anlayışları eleştirmek ve logos merkezli düşünceyi dolayısıyla metafiziği parçalamak adına ortaya atılmıştır. Daha doğru bir ifade ile parçalanması gerekenin ne olduğuna dair yapılan saptama ve totalleştirmelerle söz konusu felsefe geleneğinin kavramsallaştırılmasından ibarettir onto – teoloji terimi. Bu gelenekte metafiziğin meydana gelebilmesi için teolojiyle irtibata geçmesi, daha da ötesi teolojikleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu gelenek içerisinde sözünü ettiğimiz Tanrı felsefenin Tanrı’sıdır. Felsefeye varlıkları açıklamak ve sebepleri üzerine düşünmek amacı ile bir başlatıcı olarak dahil edilen Tanrı ile bir dindarın sahip olması gereken veya olabileceği ya da farklı Tanrı tasavvurlarını mümkün kılan olası düşünme biçimleri (argümentatif olmaktan uzak sezgisel bir kavrayış belki bilmiyorum.) arasında bir fark olacaktır. Bütün bu söylediklerimizin akıllara onu getirmesi nedeniyle herkesin hakkında bir şeyler söylediği, düzen karşıtı olarak lanse edilmekten ilginç bir haz alanların aforizma kaynağı olduğu ve talihsiz bir biçimde muhafazakar çevrelerin ahlaksız bir adam olarak tanıdığı Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümü ilanı üzerine bir daha düşünmemiz gerekmez mi? (Önemli bir düşünürümüz olan Yusuf Kaplan’ın da söylediği gibi Nietzsche “yoktur” demeyi bilmiş ve fakat en azından görünürde gerisini getirememiştir.)
Sahi ölen felsefenin Tanrı’sı olmasın!
Nietzsche tarafından muştulanan Tanrı’nın ölümü bütün metafizik gelenekleri yıkarak Tanrı’yı yeniden düşünmeye (dediğim gibi farklı) ama çok daha farklı ve radikal (bu radikalliği belirsizlik daha da körükleyecektir) sevk eder. Nietzsche’den etkilenen filozofların ortaya çıktığı postmodern dönemde metafiziksel olmayan teolojik gelenekler ontolojik anlam aracı olmak bakımından öne çıkar.
Konuyla bağlantılı olmasından ötürü Tanrı üzerine konuş/a/ma/manın imkanı üzerine negatif teoloji geleneğinin söylediklerini de öz olarak aktaralım. Zira söz konusu gelenek metafiziği nispeten aşındırmaya çalışması (nasıl sonuçlandığı önemli olmaksızın) ve bir alternatif oluşturmayı umması bakımından adından söz ettirmeye değecek niteliktedir.
Tanrı üzerine yapılacak her türlü konuşmanın onu sınırlandırmak olduğunu düşünenler, Tanrı’nın neliği (mutlak iyilik, adalet vs.) ve mahiyeti üzerine insani değerlerin mutlaklaştırılmış versiyonunu uygulamanın her ne kadar insan üstü kutsal bir figür oluşturmak gibi bir amaca mebni olsa bile eninde sonunda antropomorfik bir Tanrı tasavvuru ile sonuçlanma riski taşıdığını söylemektedir. Bunun aksine Tanrı’nın neliği üzerine, ancak onun ne olmadığını söyleyerek, dolayısıyla olumsuzlama ile mutlak tenzihin sağlanabileceği varsayımı geliştirilmiştir. “Sen ne düşünüyorsan o Tanrı değildir” mottosu ile ifade edilebilecek negatif teoloji geleneği Tanrı üzerine kısıtlı dilsel formülasyonlar aracılığı ile konuşmanın onu sınırlandırmakla sonuçlanacağını söylerler. Fakat Derrida’nın negatif teolojinin Tanrı’nın neliğine yönelik her ne kadar belirsiz tutum içinde görünüyor olursa olsun olumsuzlama ile kavranmaya çalışılan hakikatin altında yatan mutlak ve daha sert bir olumlama düşüncesi olduğu eleştirisi aklımızda tutmamız gereken önemli bir husustur.
Kaynakça: Dekonstrüksiyon ve Din (Recep Alpyağıl)
Heidegger Ontoteoloji-Teknoloji ve Eğitim Politikaları