Mustafa Öztürk’ün çeşitli konuşmalarında modernist olmadığını, modernitenin temel mantığına ve Aydınlanma felsefesine karşı olduğunu söylediğini biliyoruz. Bu söylediğinin her ne kadar modernizme karşı gözükse bile modernizmin bütün getirilerinin içinde oluştuğu medeniyetten izole edilerek elde edilebileceğini sanan aşağılık kompleksine sahip muhafazakar aydınlarımız ya da klasik arkaik pozitivist eğitim almış modernizmin en dogma yorumuna sahip ilerici (pejoratif anlamıyla) aydınlar tarafından kabul edilmesi biraz zor.
Mustafa hocanın modernizm karşıtlığını teknolojinin ve bugünkü Batı toplumlarının siyasi, sosyal, kültürel yapısının Fukuyama’nın deyişiyle tarihin sonu olduğu ya da en ileri terakki düzeyini temsil ettiği, bütün medeniyetlerin (kaldıysa tabi) aynı yolu izleyerek bu noktaya gelmeleri gerektiğine olan inancı paylaşan ve Kur’anı anlama noktasında her ne kadar tarihselciliğe karşı olsalarda bir nevi tarihi modernizmde dondurarak Kur’anı bu aralığa mebni kılmaya kalkışan (niyetleri haliste olsa) aydınlara karşı geliştirdiği tavırda gözlemlemek mümkün.
Burada tarihselcilerin olumlu yönlerinden bahsetmek adına onların modernist evrenselciler diyebileceğimiz aydınların ortaya çıkardığı ciddi sorunlar üzerine daha mantıklı açıklamalar yaptıklarını söyleyebiliriz. (Kur’an’ın kadın haklarını savunduğunu göstermek adına adeta feminist perpektife yerleştirilmesi, modern dönem normlarına aykırı olması hasebi ile Kur’an’da köleliğin olmadığının söylenmesi (olması gerek anlamında değil vakıa olarak), devrim düşüncesinin romantikliğinden olsa gerek yapılmaya çalışılan sosyalist Kur’an ve Asr-ı saadet okumasına vs. karşı çıkılarak tarihsel bağlamından kopartılmadan ve anakronizme düşmeden yapılacak tarihselleştirici okuma).
Metine istediğini söyletmek üzere adeta metni kendi ağzından konuşturan özellikle modern dönem sonrası İslam topluluklarında geri kalmışlığın verdiği endişe ile Batının entelektüel seviyesine taş atmadan ortak olmaya çalışan aydınların Kur’anı modern bilimin terminolojisi ile konuşturarak onu modern bilime tabi kılmaları ve Kur’an’ı gelecekte yanlışlanması muhtemel bir kurgunun (bilimin kendisinin bizatihi hakikat olmayıp bir kurgu olmaklığını kastediyorum.) içine hapsetmesi karşısında tarihselcilerin gösterdiği reaksiyonu da anlamlı buluyoruz.
Fakat tarihselciliğin olumlu yanlarını göz ardı etmiyor olmamız onun olumsuz yanlarını görmemize engel değildir.
Kur’an’ı anlama üzerine yapılan geleneksel ya da modern çalışmaların ve kullandıkları metodolojilerin genel varsayımı metnin ötesinde metni aşan nesnel bir anlam olduğu ve bu anlamı yakalamanın mümkün olduğudur. Bu anlayış evrenselciler ile tarihselcilerin ortak oldukları noktalardan biridir. Sanki anlam tam orada metnin arkasında duruyormuş ve bizim tek yapmamız gereken üzerindeki tozun kaldırılması imiş gibi davranırlar. Aslında iki grubunda yaptığı (her ne kadar tarihselciler bunu evrenselci anlayış üzerine yıkmaya çalışırsa çalışsın) hakikat tekelciliği yapmaktan başka bir şey değildir.
Mustafa hocanın modernizm karşıtlığının İkinci Dünya Savaşı sonrası post – modernist ve post – yapısalcı entellektüellerden mülhem olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla tam bu noktada aklıma bir soru geliyor. Böylesine postmodern dönem teorisyenlerinin yaklaşım tarzlarına hakim bir insanın herhangi bir metin üzerinde yapılacak tarihselleştirici yorumların anlamı sabitleyebileceğine ve en doğru anlamın o olduğuna inanabilmesi son derece şaşırtıcı. Postmodernizmden bahsederken de elbette onun birbirine benzeyen teorisyenlerin bir araya gelerek oluşturduğu çatı bir ideolojiden bahsetmiyorum. Aslında ideolojilerin sorgulandığı ve hayatı genel anlamıyla bütün veçheleri ile içine alan açıklayıcı büyük anlatıların reddedildiği bir dönem. Ama her ne kadar bir çeşitlilik söz konusu olsa da postmodernizm genel olarak ilerlemeye olan inancın sarsılması, rasyonalizmin tahakkümünün ve de aklın sorgulanması, ideolojilerin sonu, söz yerine yazıya verilen önemin artması, her şeyin politikleşmesi, Marksizm gibi üst anlatıların eski cazibesini kaybetmesi olarak tanımlanabilirse eğer bu bize postmodern düşünürlerin ortak bir zemin üzerinde konuştuğunu söyler. Dolayısıyla anlamın dondurulup metin üzerinde oluşturulmaya çalışılan tahakkümün amacı veya niyeti o olmaksızın hayatını Ehl-i Sünnetin hakikat tekelciliğine karşı çıkarak muhtelif yorumlarında dikkate alınması gerektiğini düşünen ve buna dayanak olarakta yorumların İslam’ın siyasi tarihinden bağımsız düşünülemeyeceğini söyleyen birisinin yapması durumu daha da enteresan kılıyor.
Son olarak hakikatin sorgulandığı (hakikatin tarihsel zeminde bilgi/iktidar ilişkilerinden üretilen bir söylem olduğu), ‘her şey metindir’ düsturuyla hareket ederek metnin dışında herhangi bir aşkınlığın aranmadığı, anlam üzerindeki otoritelerin yerini anlamın kayganlığı ve sonsuzluğunun aldığı, okurla karşı karşıya kalan metnin yazarının kaybolduğu ve okur tarafından yeniden üretildiğinin düşünüldüğü, kelimeler arasındaki hiyerarşinin yapısöküme uğratıldığı ve anlamı yaratan ve oracıkta kapatan aşkınsal anlamlandırmanın söndüğü, anlamın kelimeler arasındaki gönderim ilişkisinin sonsuz bir oyunu olduğu ve durdurulamayacağı düşüncelerinin hakim olduğu bir dönemde hermeneutikin ve bundan doğan tarihselciliğin epistemolojik ve metadolojik bir krizle karşı karşıya olduğunu nasıl görmediğini ve ısrarla anlamı kapatmaya çalıştığını anlayamıyorum.
Din felsefesi alanında henüz ne tür etkileri olacağını bilemediğimiz bu düşüncelerin bizim yönelişimiz üzerinde mutlak etkisi olmasa bile mevcut yaklaşımlarımızı sorgulamamızı sağlaması açısından önemli olmasının yanında yeni bir okumanın ve tefekkürün yolunu açması ihtimali olması bakımından da ayrıca dikkate değerdir.