Dut Ağacı…

Rahmetlik babaannem tek katlı evinin avluya uzanan bölümünü telle çevirip, yarım tuğla yüksekliğinde betonla sıvayıp toprakla döşediği çiçekliğinde rengârenk miss kokulu çiçekler yetiştirirdi. Adını bile bilmediğim ve başka yerde görmediğim farklı çiçekleri vardı.

Çocukları gibi severdi çiçeklerini, konuşurdu onlarla. Hatta bazıları azarladığına bile şahit olmuştum; “Senin üç gündür keyfin yok hayırdır gızanım? Ahaa da sana aaşaama gaada mühlet, çiçek açtın açtın! Açmadın ee ben bilemeyom garii o zamansa sen oturup düşünüvercen gari! Evvelsi geri sonradan deme bu Aiişe garısı bana su veemedi demeyiverin!”

Kadın resmen posta koydu çiçeğe arkadaş! Tehdit ve şantajla çiçek açtırma tekniği var mı? Yoksa da babaannem beceriyordu bunu, ben gözümle kulağımla şahit oldum buna yeminle! Açmazsan sana ceza, su yok bak! Bu nedir acaba?

Küstüm çiçeğiymiş birinin adı, yapraklarına dokununca kapatıyormuş kendini. “Elleşmeyin buna kırarım kafanızı! Elleşirsen küser sana” demişti bana.  Arkasını dönünce de meraktan hemen dokundum tabi pembemsi çiçeğe. Mübarek çiçek gerçekten dokunur dokunmaz kapatıvermişti kendini. Günlerce vicdan azabı çekmiştim çiçek bana küstü diye. Hâlbuki ben onu sevmek istemiştim, zarar verme niyetim yoktu. Meğerse çiçeğin özelliği buymuş, tabi ben bunu yıllar sonra öğrendim o da ayrı mevzu tabi.

Pembe, mor, lila renklerini sevmemdeki tek neden o bahçedeki çiçeklerdi. Muhteşem ahenk içinde görülüyorlardı yan yana olunca. Kocaman Vita Yağ teneke kutularının içinde bu renklerde çiçekler vardı. Orospu topu derdi bunlara babaannem, “ne ayıp adı var” derdim içimden ve utancımdan söyleyemezdim adını. Toplu çiçek olarak söyledim uzun yıllar onun adını. Ortanca imiş meğerse garibim çiçeğin adı, niye böyle ad takmış anlayamamıştım.

Şimdi kendi evimin bahçesindeki pembe ve mor ortancalarıma her baktığımda aklıma babaannem gelir. Koyu mavi, lacivert renk ortanca yetiştirmek istiyorsa çiçeğin dibine sirkeli su dökerdi. Pembe ya da morumsu renk istiyorsa dibine çay… Yemin ediyorum bu kadını izleyen botanikçiler diplomalarını yakardı!

 

Arakyafobi…

Komşuda gördüğü, beğendiği çiçeği o kişi isteyerek verirse açmazmış, yerini yadırgayıp sahibini özlermiş çiçek. O yüzden sahibi görmeden, dalından yaprağından çaktırmadan kırıp, eve gelip dikmek lazımmış ki çiçek seni sahiplensin, yerini bilsin açsın.

Ya arkadaş anlamıyorum ki, çiçek mi yetiştiriyorsunuz yoksa kleptomani hastalığınız mı var? Çiçek yaprağı aşırmak da nedir? Çiçeğin yerini sahiplenmesi diye psikanalitik kuram mı var acaba benim bilmediğim? Hadi çiçekle konuşursun, seversin anladık da dalından aşırmak nedir? Fesuphanallah…

 

Duu yyuuu noovv SIKLAMEN??

Sıklamen çiçeği vardı bir de, “o ne biçim ad” demiştim ilk duyduğumda. Sıklamen… Pembeyle morumsu karışımı şahane bir renk. Ters lale şeklinde harika bir çiçek. (İddia ediyorum şu anda internette sıklamen çiçeğine bakmıyorsan ben de Madonnayım!)

Hatta geçen gün iş yerinde bir arkadaşım çok hor bir bluz giymişti; “Bayılırım sıklamen rengine!” dedim, millet ağzındaki çayı püskürttü. Yarıla yarıla güldü herkes “o ne be?” diye.

İlk defa duyanlar için biraz seksapel bir terim geldi ve hatta dalga konusu oldu tüm gün. Anket bile düzenlediler “sıklamen nedir?” diye. “Ben onu bunu bilmem, işime yaramayanı sıklamem geçerim!” diyen arkadaşı topluca alkışladık ayriyeten…

Sonrasında Anadolu’ya özgü pek bilinmeyen yöresel yiyecekler hakkında genişlettik anketteki soruları. Domalan mantarı ve çükündür turşusu ile ilk defa müşerref olan arkadaşlar “Harbiden bunlar gerçek mi?” “O ne lan?” ya da “Siz ne içtiniz ayol?” diye gülme krizine girdiler.

 

Yaktın beni yeşil zeytin…

Çiçeklerden sonra orta kısımdaki bahçede meyve ağaçları vardı. Babam, meslek icabının da ötesinde meraklı olduğu için bu işlere, orta bahçeyi test alanı yapmıştı kendine göre.

Bir dalından vişne bir dalından kiraz veren ağaç gördünüz mü siz hiç? (“Oha” demeyin duyarım ben!) Babam aşıladı, oldu!

Zeytin ağaçları da vardı bahçede. Özenle bakılır, budanır, her sene sülalecek birleşilerek toplanırdı zeytinler. Üleşilen zeytinler tenekelere basılır, tuzlanır, acı suları akıtılırdı. Kimisi sele, kimisi çizik… Kalanları da yağ çıkartılmak üzere taş değirmene götürülürdü.

Geçen sene babama şunu sorduğumda yüzündeki şaşkınlıkla beraber kızgınlık mı öfke mi anlayamadığım bir şekildeki bakışını hala unutmuyorum: “Baba, bizim bahçede niye yeşil zeytin ağacı yok?”

“Nasıl yani?” dedi adamcağız, benim salaklığımdan emin olmak istercesine!

“Bahçede siyah zeytin ağacı var ama yeşil zeytin ağacı yok!” dedim ukalaca!

“Sokma akıl kırk adım gidermiş!” dedi babam ve sustu!

İşte o an anlamıştım çok fena çuvalladığımı ama nerde hata yaptığımı bilememiştim.

Elimdeki telefonla hemen gugıl amcaya yazdım, yeşil zeytin ağacı diye. Anam ben nasıl rezil oldum o an, oturduğum koltuğa gömüldüm resmen!

Meğerse zeytin ağacı tekmiş ya! Yeşili siyahı diye cinsi yokmuş! Zeytin yeşilken toplanırsa yeşil zeytin, kararınca toplarsan siyah zeytin olurmuş! Alo magma tabakası beni duyuyor musun? En dibine gireyim ben en iyisi emi!

Babası ziraatçı olup ve üstelik de civarda meslek erbabı diye nam salmış bir adam iken, köy kökenli olup hatta çocukluğunu köyde geçirmiş ve milyon defa zeytin toplamış biri olarak dünya mallık ödülünü hak ettim sevgili seyirciler! Aferin bana!

Pederden de cahil cühela damgası yedik oh hadi bakem! Şimdi istediğim kadar Mondros Mütarekesi’ni bilsem de Kopenhag Kriterleri’ni ezberlesem de faydası yok anacım! Ziraatçı Recep çizdi mi adamı kırmızı kalemle kalırsın sınıfta!

Sonra işte böyle her kahvaltı sofrasında zeytine uzatırken çatalını laf sokar sana baban “Ye yee, o yeşil zeytin ağacından yeni toplandı!” der… Ee haklı adam…

Valla bilmemek kötü şey gerçekten.

 

Dut ağacı…

Rahmetlik babaannemin o meşhur bahçesinde kocaman bir dut ağacı vardı. Kocaman gövdesi ve geniş dallarıyla çocukluğumun güven sembolüydü o dut ağacı.

Babaannemin bahçesindeki o dut ağacına her tırmandığımda (merdiven varken çıplak ayakla kedi gibi tırmanmak hoşuma giderdi) özgür hissederdim kendimi nedense. Orta bahçeyi arkadaki sera bahçesinden ayıran yerdeydi dut ağacımız.

Dedem o evi aldığında tee zamanında, epey yetişkin bir ağaçmış o dut ağacı. Bizim rahmetliler de iyi bakmışlar çok şükür, hala da nefis dut verir kendileri. İri iri etli beyaz dut.

Altına çarşaf gerip dalları silkeleyince yemezdim. Dalından yemekti benim en büyük zevkim. En tepesine kadar tırmanırdım ağacın. Orada bir dala kıçımın kenarı iliştirip tüm köyü izlerdim. Köyün karşısındaki göl muhteşem görülürdü dut ağacından.

Her dalında yüzlerce dut görünce neresine saldıracağımı bilemezdim. Birini ağzıma atarken diğerini almaya çalışırdım. Parmaklarımın arasından kayıp aşağı düşerdi en tombulu ve uyuz olurdum ona! Soldaki dala bakarken elimi attığım yerdekini koparıp ağzıma atardım.

Bazen de ağzımın içini müthiş bir acı kaplar, yediğim bütün dut tadı giderdi. Yeşil dalların arasına saklanan yeşil böcek! Çok yemişliğim vardır bilmeden!

Öküz gibi dut yiyip, karnım şişerdi. Ağaca tazı gibi çıkarken iyi de aşağı inmesi zordu bak!

Dut demek benim için yaz geldi demekti. Okullar kapanmış, yaz tatiline girilmiş demekti. Bizim için yaz tatili demek, ailecek köye gitmekti. O zamanlar çok sıkılırdım bu durumdan ama şimdi çok özlüyorum o zamanları.

Sabahtan akşama kadar babaannemin çiçekler içindeki bahçesinde zıplayıp, çay tabaklarıyla misafircilik oynadığım, çamurdan arabalar yaptığım yerdi o bahçe.

Çiçeklerin papatyaların içinde bacağımı arı soktuğunda, babaannem önce tükürür arının soktuğu yere, sonra tuzla ovalardı. “Git çabıkk siittiirr, işe bacaanaa!” dediğinde şapşal şapşal suratına bakmıştım ama kadın gayet ciddi olarak söylemişti bunu!

Ben de avludaki helaya koşturup bacağımın üzerine işemiştim midem bulanarak! (Siiittirr demek de koş anlamında bir babaanne sözüdür canlarım) Anadolu kadını işte ya.. İlacı da dezenfektanı da kendi deneyimiyle bulmuş!

Tükürüğün de çişin de en büyük antibakteriyel olduğunu tıpkı yeşil zeytin gibi sonradan öğrenmiştim!

Dut ağacının tepesinden dedemin eve girdiğini görünce palas pandıras inerdim ağaçtan. Çünkü dedem bize mutlaka köpük helva alırdı. Pembe renkte, keskin şeker tadı boğazını yakan bildiğin köpüktü. Beş altı kaşıktan fazlasını yersen tıkardı. Üzerine en az üç bardak su içmen gerekirdi ki içinin yangını geçsin.

Geçenlerde köye gittiğimde yine her zamanki gibi bahçeye girer girmez duta saldırdım. En tepesine çıkıp köyü ve karşısındaki gölü izledim, tıpkı çocukluğumdaki gibi. Avlunun kapısı açılıp da dedemi bekledim ağacın tepesinde, içeri girsin köpük helva getirsin diye…

Kim ne derse desin bizler şanslı çocuklardık be… Ağacından meyve yiyebilen kaç çocuk kaldı bu zamanda?

 

Yazıda kullanılan görselin kaynağı tarafıma aittir.

https://zoimou.wordpress.com

 

Son Yazılar

Kendime ait blog sayfamda yaşadığım olayları, Zoi Mou mahlası ile mizahi pencereden aktarıyorum. Çocukluğumdan beri tuttuğum günlüğümdeki olayları, yaşanmışlıkları ve tecrübelerimi, aile ilişkilerimi mizahi dille aktarmaya çalışıyorum. Güldürürken düşündürmek misyonu ile samimi ve akıcı anlatım tarzım olduğunu düşünüyorum. Hikayelerimde "Ailenizin kızı" ve hafif "saf" bir karakter çizmeye çalışıyorum. Okuyucuların keyif alması ve eğlenmesi en temel amacım.