Biliyorum hâlâ kırgınsınız Godot’ya. Gelmeyi unuttuğu için ( umudumu yitirmemeye çalışıyorum). Ama Godot, bir gün gelecek. Mi? Bu trajikomik olayların kendi zatıyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmadığına sizi temin ederim.
İnsanları yargılamak bize düşmez. Yanılıyor da olabilirim, ki bu ihtimal dahilinde. Bu yüzden zamanımız olanları hayretler içinde anlamakla geçiyor ve bu da yorulduğumuzu itiraf etmeye yeterli bir sebep. Kim mücrim, kim mağrur? Mücrimin kim olduğu o kadar da önemli değil sanki. Hayır hayır, bunun için beddua edecek de değiliz. Haddimizi aşıp cümlelerimi süslemeye de çalışmayacağız. Bunu becerebileceğimizi de sanmıyorum zaten. Hatta, İranlaşanlardan mısınız yoksa Malezyalaşanlardan mı, diye bazı içsel sorulara cevap vermek zorunda bırakılabiliriz. Buna her daim hazırlıklı olmamız lehimize olur.
Her şeye rağmen ve herkese inat bu hakir kulun arkasına sığınabileceği, Dücane Cündioğlu’nun ‘’dindarların da günaha ihtiyacı vardır.’’ sözü olacaktır. Ne bir fazla ne bir eksik. Böyle bir ortamda, sanatla hasbihal etmek de bize ceza olsa gerek. Cezadan kastım mecburiyet değil, varoluşumuzdur. Ama bir dakika mevzu açılmışken şunu da söylemeden edemeyeceğim; mimari eserleri restore etmekteki maharetimiz her geçen gün biraz daha artıyor. Bundan nasibini alan bu eserlerin başında İstiklal Caddesi’ndeki Ağa Camii ve Aksaray’daki Pertevniyal Valide Sultan Camii diyebiliriz. Eğer yolunuz buralardan geçerse gözlerinizi şöyle bir çevirin semâya ve pür dikkat bakın lütfen. Aradaki müthiş uçuruma, tarihin nasıl katledildiğine şahit olacaksınız ve bakma zahmetine girmişken, etrafınızdaki beton yığınlarını da usulca süzmeyi unutmayın. Mezkûr düşünürden bununla alakalı olarak bir söz daha alıntılamadan rahat edemeyeceğim; ama kendimi bu ahval ve şeraitte henüz için hazır hissetmiyorum kendimi. Daha vahimi herkes evinin önünde bir kuyu kazma meşguliyetine girmiş durumda. Oysa bir gün, Ebu Cehil gibi kazdıkları kuyulara kendilerinin düşebileceği ihtimalini hiç hesaplamıyorlar!.. Az önce gördük. En son biz yaşamayacağız.
Evet, olaylar böyle cereyan ederken, kendi hayatımızı yaşamaya devam ettik, hiçbir şey olmamışçasına tereddüt içinde. Yani ‘’popülizmin’’ içine girdiği o karanlık dehlizlerden arındırmaya çalıştık belleğimizi; daha çok şiirler, hikâyeler okuduk; filmler izledik. Bir nevi açlığımızı gidermeye çalıştık, en çok neye ihtiyaç duyduğumuzu bilmeden hem de.
Başarabildik mi peki?
Sanırım kendimize ‘’biraz daha’’ yabancılaşmaya başladık. Büyüdük ve kirlendik. Bu karlı geceler bile örtmeye yetmez eşkalimizi! Her şeyden öte ‘’inancımız’’sarsılmış durumda. Bunu söylemek çok güç belki, ama bu aralar kime, niçin inanacağımızı bilememenin sancısı içinde cebelleşiyoruz. Bergman’ın The Seventh Seal filmini bile sonunu getiremeyecek kadar yenik düştüğüme göre artık söylenecek söz de kalmamıştır. İlk başta özümüze yapılmış ağır bir hakaret olarak gelebilir size, ama kenara çekilip tefekkür edince insan anlıyor hakikati. Bulunduğu yeri bile sorgulamaya çalışıyor bir noktadan sonra. Söylediklerim tamamıyla saçma gelebilir size ya da delirdiğimi söyleyeceksiniz. Delirmedim hayır, en azından bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat hiçbir ‘’deli’’ ben deliyim diye ikrar etmeyeceğine göre… Haklısınız. Tam da Tarkovsky’nin Nostalghia’sindeki Domenico’nun filmin sonunda ‘’Deli bir adam size… Kendinizden utanmanızı söylüyorsa… Ne biçim dünyadır burası?’’ dedikten sonra kendini yakması kadar vahim. Seyretmek sağlıklı insanların işi ne de olsa. Ama gene de ısrar ediyorum; DELİ DEĞİLİİİM!..
Ve ben.
Bu yüzden Tanrı’nın nerede olduğu ve benim Tanrı’ya niçin hizmet ettiğimin bir önemi olmalı. Bunlar benim asıl vazifelerim çünkü ve hiç kimseyi ilgilendirmez. Hatta Tanrı’yı bile, demek geliyor içimden, ama KORKUYORUM. Bu günahın sorumluklarını kaldırabilecek güçte olduğumdan emin bile değilim. Anlamaya çalışıyorum. Tanrı’nın da tam bu yüzden beni anladığına ve affettiğine inanmak istiyorum.
‘’Artık alkışlamayın, biraz da anlayın!’’ Dücane Cündioğlu