Yukarıdaki başlık Nisan 2015’de oneido.com’da yayınlanan bir yazıdan. Yazıda Gertrude Bell adlı İngiliz bir kadının hayatı anlatılıyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’dan koparılan toprakların üzerine kurulan Suriye, Irak, Ürdün, Kuveyt gibi ülkelerin haritalarına baktığınızda sınır çizgilerinin cetvelle çizilmiş gibi dümdüz olduğunu görürsünüz. İşte o sınırları kelimenin gerçek anlamıyla cetvelle çizen kişi Gertrude Bell’dir. Kendisi o vakitler Britanya İmparatorluğu’na casusluk hizmeti vermektedir. “Arabistanlı Lawrence” diye bilinen yoldaşı ve Osmanlı’ya baş kaldıran Arap Haşimi sülalesiyle birlikte becerir bütün bu işleri; o sülaleden kendi seçtigi kişileri de sınırlarını cetvelle çizdiği bu yapay ülkelere kukla krallar yapar.
Bugün dünya üzerinde ne kadar sorunlu bölge varsa İngiltere’nin 20. Yüzyıl başlarında veya daha öncesinde işgal edip sömürerek parçalara ayırdığı bölgelerdir. Filistin ve Kıbrıs gibi. Büyük Britanya denen sömürge imparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmeden önceki en büyük oyununu kurduğu yer de Osmanlı’nın kalbi İstanbul ile Anadolu ve petrol yatağı Irak topraklarıdır. İstanbul’u doğrudan işgalle, Anadolu’yu da silahlandırıp yönettiği Yunan ordusu ile ele geçirmek ister. Ne var ki, zamanın Britanya Başbakanı Lloyd George’un deyimiyle “yüz yılda bir gelen dahinin Türkler’e nasip olacağını” hesap etmemiştir. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e cahilce ve insafsızca karşı olan kesim, kurtuluş savaşımızın aslında zamanın emperyal devi İngiltere’ye karşı verildiğini bilerek görmez, Yunan ordusunu küçümser, ki İstiklal Harbi “iki sarhoşun” idare ettiği bir çete savaşı gibi anlaşılsın, anlatılsın. Merhum Turgut Özakman “Çılgın Türkler” kitabında yabancı kaynaklara da dayanarak verdiği rakam ve bilgilerle bu kirli propagandayı tamamen çürütmüştür. Henüz okumadı iseniz tam sırası.
Bugün yanıbaşımızda yaşanan ve gün be gün ülkemizi içine çeken Suriye ve Irak’taki savaş vesilesiyle siyasilerden giderek daha çok tarih nutukları duymaya başladık. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşuyor bu konuda. Son muhtarlar toplantısında şöyle demiş kendisi: “Hocalarımızdan istirham ettim. Yavrularımıza tarihimizi iyi anlatalım bizi hep yalan söyleyen bir tarihle aldattılar. Malum son zamanlarda gündem olan olan Misak-ı Milli konusu bu sürecin nasıl yönetildiğinin en açık ifadesidir. Gençlerimizin Lozan’ı incelemesinden birileri rahatsız oluyor. Niye rahatsız oluyorsunuz? İncelensin, doğru yanlış bilelim.”
Önceki günlerde Qolumnist’te yayınlanan bir yazıda Lozan’a farklı bakışlar konusuna değinmiştim. Konu tarihsel bir olayın değişik açılardan farklı yorumlanması olsa amenna, uygarca tartışılır, ama mesele o döneme ve olaya ilişkin doğru düzgün hiçbir kaynak okunmadan, yeterli bilgi sahibi olunmadan “o aldı bu sattı” seviyesinde konuşulunca laf kalabalığından başka bir şey çıkmıyor ortaya. O nedenle Cumhurbaşkanımız’ın işaret ettiği nokta önemli, tarihimizi iyi öğrenelim. Gerçi kendisinin “yalan söyleyen bir tarihle aldatılmaktan” kastının tam olarak ne olduğunu anlamak biraz güç. Muhtemelen hedefinde Lozan ve Cumhuriyet tarihi var yine. Kurtuluş Savaşı başında savunulması gereken ulusal sınırlar (Misak-ı Milli) içinde gösterildikleri halde elimizden çıkan Musul ve Kerkük’ten kaynaklanan bir infiali var besbelli. “Buraları Lozan’da pekala korunabilirdi; bunun imkansız olduğu bir tarih yalanıdır ve Lozan’daki beceriksizliğin üzerini örtmeyi amaçlamaktadır” mı demek istiyor acaba? Yalnız Ege adalarının Lozan’da kaybedildiği şeklindeki yanlış (ya da Erdoğan’ın deyimiyle yalan) bilgide olduğu gibi burada da bir yanlışlık olmasın. İngilizler İstanbul gibi Musul’u da 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı hükümeti tarafından imzalanmış olan Mondros Mütarekesi’ne dayanarak işgal ettiler, yani Musul’u kaybeden Cumhuriyet değil, Osmanlı. Soner Yalçın’ın dün yayınlanan “Erdoğan’ın Yanılgısı” başlıklı yazısı önemli bir hatırlatma bu konuda.
Tarihsel gerçeklerin okunup tartışılması güzel elbette. Ne var ki, bütün bu tartışmalar, ülkemizin özellikle 2010 yılından bu yana bölgede yürüttüğü dış politikanın ne denli başarılı ya da bugün içinde bulunduğumuz riskli durumun ne kadar kaçınılmaz olduğu sorularına yanıt oluşturmuyor. Lenin bir kitabında “somut durumun somut tahlili”nden sözeder. Buna göre insan içinde bulunduğu güncel somut gerçekliği nesnel (tarafsız) bir şekilde değerlendirebildiği oranda doğru anlar ve doğru hareket eder.
Şu an içinde bulunduğumuz somut durum belli, tarife hacet yok ve fakat bu somut durumun somut tahlilini ne kadar yapabiliyoruz, işte orası biraz karışık.
Fotoğraf: Gertrude Bell, courtesy of the Gertrude Bell Archives, Newcastle University – amazingwomeninhistory.com