Bir sabah kalktığımda annemi ağlarken bulmuştuk, gözleri şişmişti, kıpkırmızıydı. Kardeşimle tedirgin tedirgin birbirimize bakmış, sonra gizlice babama sormuştuk ne olduğunu. Kötü bir şeyler olduğuna emindik, kesinlikle birisi ölmüş olmalıydı. Ya da beş parasız kalmıştık, dünyanın sonu geliyordu belki. Savaş mı çıkmıştı? Babam endişeli yüzlerimize eğlenir bir ifadeyle bakmıştı ve “Okuduğu kitap yüzünden ağlıyor” demişti, “Bir karakter ölmüş galiba.”.
Bu anı ilk okuduğum romanlardan biri olan Şeker Portakalı’nı yıllar sonra tekrar okumaya başladığımda geldi aklıma. Annemi bu kadar duygulandıran karakterdi çünkü Zeze. O yaşta pek anlamadan da olsa okumuştum bu uzun hikâyeyi, garip bir hüzün hissetmek kaçınılmazdı.
Şimdi düşünüyorum da ilk ne zaman kitap okumaya başladım diye, bilemiyorum. Son yıllarda o kadar çok değişti ki, ben bile çok genç olmama rağmen çocukluğumla şu anki yaşamımızda farklı olan bir düzine şey sayabilirim. Çoğu insan şu ana kadar sahip olduğu tüm cep telefonlarını hatırlayacaktır çünkü teknoloji o kadar hızlı ilerlemiştir ki her bir telefonun arasında uçurumlar oluşmuştur. Bu konuda hafızamız nettir son yılların nesli olarak. Ama kitap en az değişen unsurlardan olsa gerek, hatırlayamıyorum ne zaman, nasıl başladım okumaya? Okumayı belli bir yaşta öğrendim tabii ki ama sanki daha önce de okuyormuşum gibi geliyor. Belki de okumak, sadece bir metnin yazıya dökülmüş halini okuma faaliyeti olmasa gerek.
Evimizde filmlerdeki gibi devasa bir kütüphanemiz olmasa da hatırı sayılır kitabımız vardı. Hem okurduk, hem de oyun oynardık onlarla. Herkes kütüphaneci olmak için yarışırdı. Kütüphaneci kitapları arşivler, gelen çocukların siparişlerini alır ve deftere kayıt yapardı. Eğer bahçelerde korsancılık oynamıyorsak, evde kütüphanecilik oynardık.
Bir dönem çizgi roman bağımlılığı dönemi geçirdik, bir yaz tatiliydi sanırım. Her sayı takip edilir, onlar üzerinden hikâyeler ve oyunlar üretilirdi. Çizimler taklit edilirdi, herkes seçtiği karakteri oynardı. Şimdi düşünüyorum da atari de oynardık, film de izlerdik ama kısıtlıydı bu eğlenceler. Gidilir bir veya iki film kiralanırdı, animasyonlar pek yeniydi. Bu nedenle Kayıp Balık Nemo’yu belki yirmi kere izlemişizdir, çünkü başka film yoktu. İnternetten aç-izle yapamazdık. Atari de aynı şekilde. Aynı oyunları tekrar tekrar oynamaktı tek seçeneğimiz.
Ben ki teknolojiyi çok seven ve her alanda kullanımının insanın hayatına zarar vermesine rağmen yararı olduğunu da savunan bir birey olmama rağmen henüz kitap kadar zengin yapıda bir şeyin asla geliştirilemeyeceğine inanıyorum. Kitap bir mucizedir. Belki de bu nedenle her din, her ideolojik görüş, her felsefi veya bilimsel fikir bir kitap, bir metin üzerinde şekillenir. Kitap sanki bilincimizi ölümlü bedenimizden sonsuzluğa hediye etmek gibidir. Okumak işte bu nedenle geliştirir insanı, bilgi vermekten ziyade insanı insan yapan özelliklere dokunur.
Şimdiki çocuklar kitap okumayı sevmiyor safsatalarına girmeyeceğim. Çünkü okumak herkes için farklı olabilir. Çeşitli otoriteler ve aileler tarafında filtreden geçirilerek görev olarak verilen metinleri okumak kitap okumak mıdır, tartışılabilir. İnsana kendi isteyerek, kendi tercih ettiği kitapların sunulması önem teşkil eder. Kitap ayrıca soru bankaları ile birlikte sırt çantasına konulmaktan ziyade, bir oyun malzemesi gibi olmalıdır. Bir eğlence kaynağı olarak görülmelidir. Düşman değil, dost olmalıdır. Kapağı eskimeli, yaprakları sararmalıdır. Üstündeki tozları sileceğiniz bir biblo değildir.
Mutluyum, çünkü hem kitap, çizgi roman okur, hayaller kurar, oyunlar oynardık hem de film izler, ataride arkadaşlarımızın rekorlarını kırmaya çalışırdık. Hem korsandık, hem kütüphaneci. Keşke bu konuda günümüzde de dengeyi bulabilsek. Hem bilgisayar oyunları oynasa çocuklar, hem de bir kitabın içine girseler saatlerce çıkmadan. Keşke sosyal medyada caka satmakla meşgul yetişkinlerden ziyade, bir kitap karakteri yüzünden ağlayan annelerini görseler. Keşke hem ne istiyorlarsa olsunlar, hem de bir kütüphaneci.