Tatil için çok hayaller kurarız. Aylar öncesinden planlar yapar, “nereye gitsem” diye araştırmacı gazetecilik ruhumuzla aramadığımız otel, tavsiyesini almadığımız arkadaş bırakmayız. Bavul hazırlamak zaten tam bir işkence! Erkeklere göre kolay, iki şort üç tişörtle iş tamamdır. Ya kadınlar? Ayakkabılar, makyaj malzemeleri, banyo ürünleri, mayolar, gece ve gündüz için ayrı kıyafetler, koca bir poşet ilaç… Bitmez o alınacaklar, sığdırılamaz bir türlü valizlere. Ve illa ki bir şey unutulur! Asıl kâbus ise tatil dönüşü olur, o valizleri indir kaldır, içindekileri yıka ütüle yerleştir…
Ultra lüks beş yıldızlı tatil köyü benim tatil kavramımla pek örtüşmez. Ben tatildeysem istediğim zaman yatıp istediğim zaman kalkacağım arkadaş! Otellerin yeme içme saatine göre karnımın guruldamasını ayarlayamam kimse kusura bakmasın. Gittiğim yeri gezmeliyim en başta. Neresinde ne var, o yörenin nesi meşhur, nerede ne yenir öğrenmeliyim. Gezdiğim gördüğüm yerleri eşime dostuma tavsiye etmeliyim. Tatilde dağ bayır gezip, çayır çimen, ağaç börtü böcek görmeliyim. Malak gibi yatıp, bütün gün gölgede bir hamakta kitap okumalıyım. Ama otele kapanınca oradan çıkamıyorsun. “O kadar para verdik, dışarıda yemeye gerek yok” derseniz, öğlen çıkan patates kızartmasını akşam sulu yemek olarak önünüzde buluyorsunuz! Açık büfe önünde ramazanda pide kuyruğundaymış gibi beklemek hiç bana göre değil. Hele ki o tabağa kıtlıktan çıkmış gibi pilavın üstüne baklava sığdırmaya çalışanları görünce ensesine şaplak atasım geliyor!
Az eşya çok huzur…
Bu sefer yıktım bütün tabularımı ve çantaya iki şort, üç tişört koydum, ayağımda şıpıdık terliklerle çıktım yola. “Oh” dedim, “dünya varmış”. Telefon şarjım, kitabım ve sivrisinek kovucum varsa ben tamamımdır.
Gittim kafama göre bir yere yerleştim. Samimi sıcak bir ortam, dedim “tamam budur!”. Kendime göre ilk planım öğlene kadar uyumaktı ama maalesef alarmını bir türlü kapatamadığım vücut saatim kargalarla birlikte beni uyandırdı. “Hadi kalk giyin bari deniz kıyısında yürüyüş yap” dedim kendime. 70’lik 80’lik teyzelerin amcaların sahildeki spor aşkını görünce çok utandım kendimden. “Şu köşeyi döndük mü tastamam 2 km olacak, yeter bu sabah için. Az ileride Boşnak börekçisi var, gidip karnımızı doyuralım” lafını duyunca arkamdaki gruptan, spor olayının bizim milletin genetiğine uymadığına karar verim. Yok arkadaş, Türk kadını her yerde aynı valla. Spor olsun diye vıcık vıcık terle, kilometrelerce yürü sonra git börek ye! Niye erimiyor o tekerlek gibi kıç acaba?
Yoldaki kediyle köpekle oynaşmam bitip, kumların inceliğini ve deniz suyunun sıcaklığı ayak bileğimle ölçtüğümde sabah sporumu tamamlamış oldum. Aldığım gazeteleri ince belli tavşankanının yanında keyifle okurken Oya Bora adalarında (Bora Bora adalarına şahsımın verdiği ad) değil de, güzide Türk tatil beldesinde olduğumu hatırladım. Neden mi? Çünkü Türkiye haricinde dünyanın hiçbir yerinde, reçelli ekmeği yedirebilmek için çocuğunun peşinden koşan anne göremezsiniz! O sakin çocuk Fredi’nin kâbusuna dönüşüverir bir anda. Çocuğun çığlıklarını duyan biri, canlı canlı adam kesiyorlar sanır! Tatlı dille yemeğe ikna edemeyen savaşçı ruhlu Türk Annesi asla pes etmez ve bebenin burnunu tıkayıp, o yumurtayı ağzına sokar illa ki. Yaz sıcağında pekmezli sütü dayarsan çocuğa, masanın ortasına kusar tabii! Ayrıca Allah aşkına vazgeçin şu pekmezli süt ısrarınızdan ya! Azcık kitap okuyun interneti falan karıştırın, bunun bir faydasının olmadığını öğrenin artık! “Sus kızım sakın karışma elalemin çocuğuna, sen oku gazeteni” diyor iç sesim ama istem dışı gözüm takılıyor karşı masadaki kadına.
Çocuk bezdirme servisi!
Çocuk dayanamayıp fırladı masadan, koşturdu denize. Bizim fedakâr ve cefakâr Türk annesi de tabii ki peşinden! “Koşma, atlama, girme, ay boğulacaksın” feryatlarıyla yıktı ortalığı kadın. Arkadaş çocuk bu, hoplayacak da zıplayacak da koşup düşüp kafasını da yaracak! Denize getirdiğin çocuğun biblo gibi yanında durmasını nasıl bekliyorsun? Abartısız 15 dakika içinde 25 defa çocuğun yanına gitti kadın. Çocuk da her seferinde “tamam yaaee” diye sepetledi başından anasını. Ama kadın yılmadı! En son cezvede ısıttığı çorbayı pet şişeye koyup çocuğun yanına koştuğunu gördüm, “pes” dedim! Bu kadınları bir yerde topluyorlar ve çocuk nasıl bezdirilir diye bir seminer veriyorlar sanırım!
Tam o sırada arka masada Alman bir çift dikkatimi çekti. Bizim cevval Türk annesinin çocuğundan muhtemelen 1-2 yaş ufak kızı var bu çiftin. Kadın nasıl rahat anlatamam. Almış eline kitabını, uzatmış ayağını sandalyeye, karşısındaki eşi de rahat rahat kahvaltısını yapıyor ama velet yıkıyor ortalığı. Bunların umurunda değil! Vermiş bebenin eline bir havuç, kemirip duruyor garibim. “Hah” dedim ya, işte böyle rahat olacaksın. Çorba içmedi diye ölen çocuk var mı ya?
Vıyak vıyak çocuk cıyıltısından sinir bastı bana, “bari denize girip rahatlayayım” dedim. Azcık yüzdüm sonra aldım elime kitabımı serildim şezlonga. Sıcaktan içim geçmiş, uyumuşum biraz. Bir uyandım ki ne göreyim? Kitap yüzümle boynumun yarısını kaplamış ve damalı eşek gibi olmuşum iyi mi! Bronzlaşmada yeni trend flaş flaş flaş! Yazın o sıcağında yüzümün şeklini kurtarabilmek için 3 ton koyu fondöten kullanmak zorunda kaldım. Baktım olmuyor, aldım kocaman büyük bir şapka taktım kafaya, bir de devasa gözlük! Yer mantarı edasıyla dolaşıyorum ortalıkta! Millet beni magazincilerden saklanmaya çalışan ünlü falan sandı, haahaayy havam bin beş yüz!
Sahil işgali!
Anladım ki ben bu bronzlaşma işinde beceriksizim, aldım elime kitabımı gölgede takılmaya başladım. Daldığım sayfadan kafamı kaldırdığımda gözlerime inanamadım! Sahilde mülteci istilası var sandım önce ama biraz dikkatli bakınca bu kalabalığın günübirlikçi tayfa olduğunu anladım. Laz müteahhit gibi kumsala ruhsatsız kat çıkmışlar resmen! Büyük dondurma şemsiyeleri, yerlerde kilimler, plastik sandalyeler… Sol taraftaki grup da evdeki oturma takımını getirmiş, kanepeler tekli koltuklar… Türk kadınının her ortama adaptasyonunu bir kez daha takdir ettim valla. Ekmek arası köfte, haşlanmış mısır, karpuz, çekirdek itinayla çantaya istiflenmiş, çocuğun çişini yaptırmak için boş pet şişe de hazır edilmiş! Helal olsun dedim.
Bu şen şakrak kadın grubunun en tehlikeli yanları acayip şekilde meraklı olmaları! Ortamda yalnız bir genç gördüklerinde hemen potansiyel gelin/damat moduna geçiyorlar. Maalesef ben de bu meraktan nasibimi aldım! “Adın sanın ne, nerelisin, kaç yaşındasın, ne iş yapıyorsun” sorularıyla bezdirdiklerinde “öğretmenim” diye sallayıverdim. Ay demez olaydım! Ben nerden bileyim Türk annesinin potansiyel gelin adayı olarak öğretmenleri seçtiğini? Öğretmenliğe gösterilen ilgiyi rahmetli Atatürk görseydi gözlerine inanamazdı herhalde! Baktım ki bu meraklı kadınların elinden kurtulamayacağım “ay beni güneş çarptı galiba bana müsaade” dedim kaçtım yanlarından.
Siz siz olun tek başınıza tatile çıkarken iyi düşünün. Gittiğiniz yeri iyi seçin. Hatta direkt beş yıldızlı ultra lüks tatil köyüne falan gidin de tek derdiniz yemekte sıra beklemek olsun!
Yazıda kullanılan görsel: https://pixabay.com