Saflık Başa Bela…

saflık başa bela resim 2

 

Geçen gün yolda yürürken kaldırımın ortasında duran bir genç, kucağındaki dergileri elime tutuşturmaya çalıştı. Üniversite öğrencisiymiş. Çok da tatlı bir yüzü vardı, sıcacık gülümsemesiyle bütün itirazları engelliyordu.

İlk başta hiç muhatap olmadan öylece yanından geçip gitmek istedim, ilgilenmedim söyledikleriyle. Ama içimdeki anaç ruh engel oldu yürüyüp gitmeme. Satmaya çalıştığı şeyin ne olduğuna bile bakmadan hemen aldım, gönlümden kopan miktarda da ücreti verdim. “Sağ ol abla!” derkenki içten teşekkür bile yetti bana.

Elimde tuttuğum dergiyle girdim bir cafeye, arkadaşımı beklemeye başladım. Siparişimi alan garson kız da üniversite öğrencisiymiş. Biraz sohbet ettik, hem okuyup hem çalışıyormuş. Dedim “Aferin sana, ama dikkatli ol! Uyanık ol ve kendini asla tehlikeye atma!” Neden böyle dediğimi anlamadı muhtemelen.

Bu gençleri görünce aklıma üniversite yıllarım geldi. Ben de üniversitede hem okuyup hem çalışıp, harçlığımı çıkartıyordum. Kendi paramı kazanmak çok tatlı gelmişti, ayrı bir gururu vardı. Hem okuyorsun, eline mesleğini almaya çalışıyorsun hem de ailene yük olmuyorsun. Harika bir duyguydu. Tabi ikisini birlikte yürütmek hiç de kolay olmuyordu, bu da bir gerçek!

 

Tencerelerim varr tavalarım vaarrr, çiçekli böcekli pikelerim vaarrr…

İlk bulduğum iş, tencere-tava-nevresim takımı satmaktı. Sokak sokak dolaşıp, kapı kapı gezip tencere satıyordum. Kocaman büyük bir valizin içine tencereleri, pike takımlarını koyup asansörsüz apartmanları tırmalıyordum.

Zilini çaldığım insanlar çoğu zaman bana acıyordu muhtemelen çünkü valizin ağırlığından tek omzum neredeyse belime kadar inik vaziyetteydi. Notre Dame’ın kamburu gibi bir kızı görüp, korkudan dan diye kapıyı yüzüme kapatanlar da çok olmuştu.

50 derecenin kavurucu sıcağında, dilim beş karış dışarıda çok dolaşmışımdır Antalya sokaklarını.  Ya da aniden bastıran yağmurla donuma kadar ıslandığımdan, kapısının önündeki paspası ıslattım diye beni yaka paça apartmandan atanlar da çok olmuştur.

En korktuğum şey de kapıcılardı. Hiç acımaları yoktur o insanların, omzumdan kedi eniği gibi tutulup atılmışlığım çoktur.

Diğer korkum da köpeklerdi! Kapı açıldığında dana gibi rotvaydırı karşımda görmemle, ayaklarımın kıçıma vura vura kaçmamı hala unutamam. Dalağım şişmişti resmen koşturmaktan.

Bir de uygunsuz şekilde (!) kapıyı açanlar! Ablacım jartiyerle kapı mı açılır? Abi sana ne demeli? Madem bornozla açtın kapıyı, bari önünü kapatsaydın be! İğrenç…

Neyse… Pazarlamacılık kariyerim merdivenlerden düşmemle sonlandı. Daha sabit bir iş olsun dedim ve bir büroda sekreterlik yapmaya başladım. Sadece telefonlara bakıp, çay demleyecektim o kadar. Üstelik de okuluma çok yakındı bu ofis. “Oh” dedim kebap!

“Tertemiz mis gibi iş işte, kızım yaşadın!” dedim kendime. Ama işin garibi ben çalıştığım yerin ne iş yaptığını anlayamamıştım. Patron anlattı ama anlamadım! Ben sadece telefonlara bakıp sipariş alacaktım ama biz ne iş yapıyorduk, neyin siparişini alıyorduk anlamamıştım. Cahillik zor…

 

“Bakkbiiii bokçu mu oraa?”

Büyük tır gibi araçlar ve hortumlar vardı etrafta. Vidanjör yazıyordu kocaman harflerle araçların üstünde. Ne demekti ki acaba diye saf saf dolanırken ben etrafta, çalışmaya başladım. Benim memleketimde hiç vidanjör olmaması cahilliğimi perçinlemişti haliyle!

İşten çıkıp eve gittiğimde ev arkadaşlarım “Ay sen ne kokuyorsun böyle pis pis?” dediler, kendimi kokladım kötü kokmuyorum hâlbuki! “Yok, benden değildir, dışarıdan lağım kokusu geliyordur!” dedim.

Neyse ertesi gün işe gittiğimde telefon çaldı, açtım. “Alooo bokçu mu?” dedi bir kadın. “Yok, hanımefendi yanlış aradınız!” dedim, kapattı.

Tekrar çaldı, yine aynı kadın; “Alooğğ bakkbiii bokçu mu oraaa? Tahı yapacak bi seel işim var, beni oğraştırma!  Büütünn evleri boklaa basıverdi gari çığırtıveren de gaktırıversinlee!”

Kadının şivesini çözmemle çalıştığım yerin bir vidanjör firması olduğunu anlamam üç saniye sürdü! Oturduğum sandalyeden, tuttuğum telefondan, ayak bastığım yerden ve üstüme sinen iğrenç kokudan kurtulmak için hayatımdaki ilk istifamı verdim! Koşar adım uzaklaştım oradan, hamama gidip kırklandım.

“Bir daha bilmediğim işte çalışmak mı? Aman tövbeler olsun tanrıma!” derken, ev arkadaşım olan iki kızın da günlerce sürecek olan geyiğine maruz kaldım doğal olarak.

Üç kız kafa kafaya verip gazetelerdeki iş ilanlarına hep beraber bakmaya başladık. “Bu olmaz, şu olmaz, ay ben bunu yapamam, bunda tecrübe isterler, yok olmaz” falan derken sonunda aradığımız işi bulduk: Animatörlük!

Gazetedeki ilanda yazan telefonu aradık. Öğrenci olduğumuzu, okuldan sonraki boş vaktimizde çalışmak istediğimizi söyledik. Adam bize “Kaç yaşındasınız? Nerelisiniz? Aileleriniz nerede?” diye sordu. “Ay ne kadar ilgili bir abi, ne kadar iyi insanlar var!” dedik safça!

Adam bize işlerinin çok yoğun olduğunu, bizim bulunduğumuz yere gelemeyeceğini ancak kendi mekânına bizi davet ettiğini söyledi. Bir saat sonraki sefer için Alanya’ya üç kişilik otobüs biletini ayırttığını, bizi hemen görmek istediğini, sesimizdeki pozitif elektriği hissettiğini, birlikte çalışabileceğimizi de ilave etti!

 

Paraya para demeyeceğiz hey hey…

Biz üç avanak havalara hopladık sevinçten. Ah ulen şimdiki kafam olsa o telefonu ben adamın gırtlağına sokardım ama neyse… Bindik otobüse gidiyoruz Alanya’ya. Yol boyunca ne hayaller kuruyoruz ama görmen lazım. Beş yıldızlı otellerde animasyon ekibinin lideri oluyoruz. Bütün turizm camiası bizim başarılarımızdan bahsediyor. Yaptığımız gösteriler, özellikle çocuk showlarıyla Avrupa’dan bile teklifler alıyoruz. Paraya para demiyoruz. Buradaki üniversiteyi bitirip Avrupa’da master da yapıyoruz ayrıca. Uçuyoruz hayallerden, ağzı açık ayran budalası gibi üç tip…

Adamın tam tarif ettiği gibi Alanya’ya çok az mesafedeki bir benzin istasyonunda indik. İstasyonun içindeki bilmem ne restorana girdik. Tarife uyan siyah lüks araç da kapının önündeydi. Tamam dedik, hayallerimize ve paraya kavuşmaya on adım kaldı! İçeri girdik, telefonda konuştuğumuz adam bizi karşıladı.

Daha ilk görüşte içimde bir şey koptu, cinlerim almadı bu adamı. Gömleğinin yakası göbeğine kadar açık, kıllı bağrı ortada, boynunda altın kolye, güdük boğumlu parmaklarında altın yüzükler. Yeşilçam karakteri tipli adam kanlı canlı karşımızda oturuyor! Kebaplar, tatlılar, yemekler masayı donattı amca. Öğrenci evimizde makarna ve yumurta olan sofradan sonra bu ziyafet bize çok lüks gelmişti. İkram niyaz o biçimdi…

Ben kıl kaptığım için adamdan hiç konuşmadım, içine ilaç koymuştur diye yemeklerden de bir çatal bile alamadım korkudan.  Resmen Tecavüzcü Coşkun sendromuna bağlamış halde diken üstünde oturuyorum. Adam anladı bizim saflığımızı tabi, tatlı dille iltifatlarla ikna etmeye çalışıyor; “Kızlar sizde çok iş var, bak yemin ediyorum çok para kazanacaksınız. Bu gençlikle, bu enerjiyle çok ünlü olacaksınız. Bu akşam şuradaki beş yıldızlı otelde eğlence var. Şimdi kalkalım hep beraber, sizi otele götüreyim. Odanızı hazırlattım bile, hiçbir masraftan kaçmadım vallaha billaha! Şovlarımızı izleyin, akşam kalın otelde keyfini çıkarın. Bu teklifi de kimseye yapmam ha!”

Bizim saflar ağızları açık dinliyorlar adamı! Biri kebaba dalarken, diğeri baklavayı sokuyor ağzına. Kaş göz işareti yapıyorum, “Yemeyin onlardan, kalkın gidelim.” demeye çalışıyorum ama yok anacım, anlamıyorlar. Yanımda oturan İzmirliye çimdik attım, gözlerimi belerttim ama yok! Nato kafa nato mermer!

“Bu yaptığınız işin bir resmi falan yok mu?” dedim, nereden geldiyse aklıma. “Olmaa mıı!” dedi adam geviş getirerek. Yanında duran ceymis bond çantayı açtı, içinden afişleri çıkarttı. Daa daa dan! Mezdeke grubu!

“Vallaha gülüm bak bunun gibi peçeli kostüm sana çok yakışır.  Kaşın gözün hokka gibi!” dedi ve bizden ses çıkmadı! Masadaki meyve bıçağıyla bana “gülüm” diyen o pis dilini kesmek istedim o an! Yapmadım tabi. Sadece gülümsedim tüm sinirime hakim olmaya çalışarak. O sırada adamın telefonu çaldı ve masadan kalkıp, dışarı çıktı.

Dönüverdim bizimkilere; “Kaldırın kıçınızı çabuk, buradan gidiyoruz! Adam bizi satacak mı kesecek mi belli değil be görmüyor musunuz? Sen de bırak o elindeki pastayı, zıkkımın dibini ye emi!” diye çemkirdim kızlara. Lokantanın arka kapısından çıktığımız gibi koşturmamız bir oldu. Allahtan o benzin istasyonu yolcu otobüslerinin duraklama yeriymiş de, önümüze gelen ilk otobüse atlayıp eve varabildik.

O gün oradan kaçamasaydık ne olurdu düşünmek bile istemiyorum. Resmen ucuz atlattık. Üç kuruş para kazanmak uğruna, saflığın ve cehaletin kurbanı olup hayatımız kayacaktı. Amanın tövbeler olsun…

Son Yazılar

Kendime ait blog sayfamda yaşadığım olayları, Zoi Mou mahlası ile mizahi pencereden aktarıyorum. Çocukluğumdan beri tuttuğum günlüğümdeki olayları, yaşanmışlıkları ve tecrübelerimi, aile ilişkilerimi mizahi dille aktarmaya çalışıyorum. Güldürürken düşündürmek misyonu ile samimi ve akıcı anlatım tarzım olduğunu düşünüyorum. Hikayelerimde "Ailenizin kızı" ve hafif "saf" bir karakter çizmeye çalışıyorum. Okuyucuların keyif alması ve eğlenmesi en temel amacım.