Dikenli tellerin bizi engelleyebileceği gerçeğini umursamıyorum şimdilik; çünkü artık ardımızda kaldılar ve biz koşuyoruz yolun bizi sürüklediği noktaya. Ancak ayağımıza batan dikenlerin yolumuzdan alıkoyma merakı bizi tedirgin ediyor; çünkü düşündüğümüz şeyler artık başkalaşıyor: ölüm ve düğünler yeniden yorumlanıyor sanki. Düğünlerin toplumların aydınlıkta kalmış kollarıdır, desek ne denli iddialı bir söylem olur acaba? Bu yüzden her şey değişir de düğünler dönüşür-gregor samsa dahil- . Kaybettiklerimizin bulunabilme ihimali içimizi azıcık rahatlatıyor olması zayıflığımızın tezahüründen başka nedir ki? Bunu biliyor olmak yorucu, kabul edelim ve öyle sesimi çıkaralım. Elbet bir yerde karşımıza çıkacağından şüphemiz yok; ama önemli olan, karşımızda nasıl yüz bulacağıdır, gelecekteki temrinlerimiz.
İki lafın belini kırmaya ramak kalmış ve yolda kendi içimde şarkı mırıldanıyordum. Denizli yolunda olmanın keyfe keder olduğu gerçeğini unutmadan hem de. İlk defa bir düğün için şehir değiştiriyordum ve damarlarımda gezinen acemi bir heyecan fokurduyordu. Oysa bir kent terk edilirken sigara yakılır. Böyle buyurmuştu Hasan Ali Topraş bir eserinde. Edebiyatın burada işimize yaradığını görmek bizi mutlu ediyordu. Beni neyin ya da nelerin beklediği konusunda hiçbir fikrim yoktu ama, sadece oraya gidip, üzerime düşeni yapacaktım.
Ummak ile beklemek meselesi.
Düğüne saatler kala, şehre vardım. Şehrin insanını görmeye daha çok vardı. Karanlık bütün düzlükleri sarmış, üstümüze yığılmışçasına gıdıklıyordu kanımızı. Gecenin bir yarısında ancak varabildim eve zaten. Kapıda beni bekleyenin gözlerindeki şavk, geceyi aydınlatıyordu. Bunun bir sebebi vardı elbette. Karanlığın arasından duvara yansıyan ay, bir gün sonra olacaklara şahitmişçesine kıkırdıyordu çünkü. Epeydir buluşamamanın getirmiş olduğu bir özlem, bizi bir araya getiren gecenin şahidiydi. Kucaklaşarak bir nebze olsun dindirebildik hasret denilen o şahikayı. Sonrası, bize düşen biraz daha beklemekti. Sabah olabilir miydi, bilinmez; ama bir an önce yatağa geçip kimseyi uyandırmadan uyumak en doğrusuydu. Nitekim öyle de yapıldı.
Vakti geldiyse eğer.
Sabahın erken saatlerindeki ilk ses, hadi kalk da kahvaltı yapalım oldu. Suratıma su vurduktan sonra balkona kahvaltıya geçtim. İlk kez karşılaştığım ev ahalisinin yüzlerindeki o sıcak tebessüm evin karşısındaki baba dağa çarparak tarazlıyordu eşkalini. Köy kahvaltısı eşliğinde edinilen muhabbetin beli iyice yontulduktan sonra, artık demir almak zamanı gelmişti. Ayak altından çekilip, şehre inilmeliydi, ta ki vakit dolana kadar.
İlk vazifem, merkeze inerek sokaklardaki o kuru sıcaklığı cebime doldurmaya başlamak oldu. Üzerime düşen buydu belki de. Acele etmek için herhangi bir sebebim de görünmüyordu. Buraya kadar gelip de Tarihi Hacı Şerif’ten dondurmalı irmik helvasını tatmadan olmazdı. Belki öncesinde Denizli kebabını yemek daha doğru bir tercih olurdu, lâkin düğünden önce damadın evinin önünde sofra serileceğinden bundan isteğimden vazgeçmek pek de zor olmadı. Ama buraya yolunuz düşerse, muhakkak damağınızı taramayı unutmayın derim. Zafer gazozu içmeden eve dönmeyi de aklınızdan geçirmeyin sakın. Yerelleşmeyi kendine şiar edinmiş bir gazoz bunu fazlasıyla hakkediyor olmalı zira. Her şey olduğu gibi derin ve şeffaf ilerliyordu aramızda. Zamanın bizi beklediği de yoktu. Gecenin karanlığında payımıza düşenle yetinmeden yanında olacaktık damat ile gelinin. Burada olmanın sevincini bir kenara bıraktığımızda bile orda bulunmanın şavkı damarlarımıza işlenmiş gibiydi. Aslında biz birbirimizi seviyorduk; aramızda bizim hiç alışık olmadığımız meseleler bizi çirkin gösteriyordu. Resme kuşbakışı bakınca gördüklerimiz bunlardı.
Yakından peki, ışığın altında nasıl görünüyorduk?
Karanlık kendi kanatlarını açmış göğü sarmıştı. Sımsıcak havanın kenarından geçerek düğün salonuna varmaya çalışıyorduk. Antalya yolu üzerinde bir yerdeydi. İsmi mahfuzdur bizde nihayetinde. Akrabalar, komşular, kadim ve cedid dostlar, yerini almış gelin ile damadın teşrif etmelerini bekliyordu. Beklemek her zaman bu kadar rengin görünmez nazarımızda. Vakit gelmişti artık. Ve o malum renkteki halının üzerinde, o olmazsa olmaz türkü eşliğinde sahneyi mağrur adımlarla şereflendirdiler. Gözlerinden gelecekteki yılların birikintisi suratımıza çarpıyordu adeta. Her zaman olduğu gibi, önce bir dans, sonra hep birlikte bir ikinci dans ve daha sonra o kendine meftun bırakan oynayışlar…
Buraya kadar, olması mümkün, olmalı dediğimiz bir atmosfer yaşanıyordu. Tarihin şahit olmasına gerek yoktu. Yaşanıyordu sadece, o kadar. Fakat düğün sonrası tüm aile fertlerinin eve geçip yoğurt-ekmek sefası yapması alışılmışın dışında bir edimdi doğrusu. Benim için de bir deneyim oldu tabi. Sadece damat tarafına -sordum soruşturdum, sual ettim- has bu yöresel etkinlik beni bahtiyar etti diyebilirim. Şehirlerde alışkın olmadığımız böylesine bir geleneğin sürdürülmesi gelecek adına umut verici. Yaşadıklarımız ve sürdürdüğümüz kültürümüzle varızdır zira. Bunu tarihe bakarak daha iyi anlayabiliriz aslında, her ne kadar tarihin yanık yüzü midemize dokunsa da, hakikat bu. Şafak sökün edinceye kadar gülen yüzler, duvarlara sarkan huzur, doludizgin gidiyordu. Uykunun zamanın koynundan firar ettiği anlardan biriydi bu yaşanılanlar. Saatler epey ilerlemiş, gözler gecenin yorgunluğunu kaçırarak bir kuytu arıyormuşçasına duvarlara tırmanıyordu. Başlanan bütün güzel huylu şeyler gibi bitmeye doğru akın ediyordu saatler. Gecesini tükettiğimiz sabahların bizden alacağı sevinçlerin de farkındaydık. Cemal Süreya’nın dediği gibi kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı diyerek yatağımıza geçtik. Bunu diyoruz; çünkü sabah kalkıp bu faslı gerçekleştirecektik. Uzun zaman sonra böylesine kalabalık bir ortamda kahvaltı yaptığımı hatırlamadığım gibi, olduğunu da sanmıyorum. Olmuşsa da eksik olmuştur, o eksik aşklar gibi naif. Kaldı ki şehir hayatı -kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil, hayatı biraz da kendimiz yaparız: murathan mungan- bizi ayırdığı gibi uzaklaştırdı da. Güne ve geceye dair elimizde, daha doğrusu heybemizde ne kaldı diye dönüp baktığımızda, fotoğraflardaki o gürbüz gülüşlerdi. Baktıkça hatırlıyor ve tebessüm ediyoruz kendi içimizdeki sıcaklığı hissederek.
Denizli’yi bir geceye sığdıramayacağımızın da bilincindeyiz aslında. Mesela, Bağbaşı Kent Ormanı’ndan 1400 metre rakımlı Bağbaşı yaylası’na ulaşan teleferiğin turizmdeki yerini unutmamak gerekir. Burada sizi bungalov evler, restoranlar, çadır alanları ve yeşile banılan bir gökyüzünün sizi karşılıyor olması kadar heyecan verici başka ne olabilir ki– detaylı bilgi için…- ?
En önemlisi de Pamukkale travertenleri’dir belki de. Bu travertenlerin sağlık bakımından neye iyi geldiğini artık sadece biz değil bütün dünyşa biliyor. Özellikle japonlar. Ve bu yüzden dünyanın birçok bölgesinden turist buraya akın ediyor, ki bir bir yere Japonlar akın ediyorsa, orayı görmeden ölmeyi yasaklamalı insana. Resmi kaynaklar, Pamukkale travertenlerini çökelten üç kaynak olduğunu dile getirir. Sonra da devam ederler, bikarbonat, sülfat, kalsiyum, sodyum magnezyum karbondioksit içeren bu kaynak sularında toplamda litrede 2,36 gram mineral madde vardır. Sıcaklıkları 33-35,5 derece olduğu yönündedir. Sadece bugün değil, Antikçağ’dan beri meşhur olan bu kaynaklar, 1950’den sonra etrafında irili ufaklı tesisler açılarak önemi arttırıldı. Travertenleri çıplak ayaklarla hemen geçtikten sonra sizi neyin karşılayacağını bilememenin şaşkınlığı ele veriyor; çünkü o derin heybetiyle Hierapolis Antik Kenti karşılar gözlerinizin buğusunu. Kentin kuruluşu hakkında tam anlamıyla yeterli bir bilgiye sahip olamasak da Bergama Krallarından II. Eumenes tarafından MÖ. II. YY. başlarında kurulduğu ve Bergamanın efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Amazonlar kraliçesi Hiera’dan dolayı, Hierapolis adını aldığı bilinmektedir.-detaylı bilgi için bkz. http://www.kulturportali.gov.tr-
Denizli horozu mu dediniz?