“Altın Taneleri Doldur Ciğerlerime”
“Ninemin ‘hayde çe berepe, moyselitu –haydi çocuklar kalkın-’ demesinden hayli zaman önce uyanıp yatakta uyur gibi davrandığımız zamanları hatırlıyorum…”
Sabahlar huzurla aydınlanırdı odamızın duvarlarını ayıran kestane ağacının küflü kokularıyla. Gün doğmadan uyanır, yataklarımızda ninemizin sesini duymayı beklerdik. O seslenir ve sanki güneşin altın taneleri cıvıldaşıverirdi yüreğimizin üzerinde. Her sabah en erken o kalkardı. Evimizin el oyma, gürgen ağacı kapısının mandal tokalı kilidini açar ve sanki doğaya “merhaba” der gibi güneş tanelerini buyur ederdi evimizin oturma odasına. Kuzine yaz-kış her sabah yanardı. Ninem çayı demler, dedem kapının eşiğinde oturur dışarıyı izlerdi. O uzaklara bakarken, sanki yüce dağlarla aralarında oluşturdukları gizli bir dil ile konuşur gibiydi. Ninem demlediği çayın siftahını, içinden “nasıl olmuş bey” der gibi ince belli bardağıyla ilk dedeme uzatırdı. Dedemse ilk yudumunu ninemin gözlerine bakar ve öyle yudumlardı. Biraz sonra dağlara döner henüz ötmekte olan kuşların şarkılarıyla çayını içmeye devam ederdi.
Çok geçmeden biz kalkardık yataklarımızdan. Ben hep yataktan en geç kalkan kişi olurdum. Ninemin yanıma gelmesini beklerdim. O gelince boynuna sarılır, şefkat kokan yazmasının üzerine konan -güneşin altın tanelerinin- kokusunu içime çekerdim. Kuzinenin üzerinde kaynayan demlikten gelen sesleri dinlerken tereyağının kavrulan kokusuyla acıktığımızı anlardık. Sabırsız bekleyişimiz ortaya kurulan sininin etrafında oturmakla son bulsa da ne içtiğimiz çayın ne de yediğimiz mıhlamanın tadı damağımızdan çıkmıştır.
Kahvaltıdan en erken kalkan hep ağabeyim olurdu. Ayakkabısını bir kenara atar, kara lastiklerini giyerdi. Kara lastiklerle daha hızlı koşabildiğini söylerdi. Kara lastiklerden mi bilinmez ama kara yemiş ağacının yapraklarıyla oynadığımız -hırsız polis- oyununda onu kimse yakalayamazdı. Köydeki çocuklar hep onun takımında olmak isterdi. Ben bu durumdan gurur duysam da en sarp yerlerde koşmasından pek haz almaz çok endişe ederdim. Ağabeyimin kanında vardı haylazlık. Kız kardeşim nineme yardım eder ev işlerine bakardı. Neredeyse boyuna kadar gelen süpürgeyle evi temizlediğini sansa da ninem, kız kardeşimin görmediği zamanlarda onun temizlediği yerleri tekrar temizlerdi. Arta kalan zamanında mısır püskülünden saçları olan oyuncak bebeğine elbiseler dikerdi ninemin hiç eskimeyen peştamallarından gizlice kestiği kumaşlarla… Köyde onun akranı olabilecek kız çocuğu neredeyse yoktu. Olanlar da bizim eve benim etrafa yaydığım ‘karşı cinsiyet düşmanlığıyla’ evimize gelmek istemezlerdi. Ben yokken geldiklerini bilirdim ama o kadar da hakları var anlayışıyla müsamaha gösterirdim.
Dedem bana hiç ismimle hitap etmedi. Hep “Evladi” derdi. Dedem bana seslenirken sanki yüreğinin en derinlerinden kopan türkü notalarıyla hitap ederdi. Yanından ayırmadığı küçük baltasıyla dağ tepe gezerdik. İşte o zamanlarda öğrendim doğanın bizimle konuştuğunu. Dereler solist oluyor, rüzgar ise ağaçlara dokunarak enstrümanını çalan müzisyen… Nem kokan toprak kokusunu ninemin yazmasının kokusuna, patika yollardan geçerken tenime değen komar ağaçlarını yapraklarının dedemin nasırlı pamuk ellerine benzediğini o zamanlarda öğrendim. Hiç korkmadım yabani hayattan. Çünkü, dedem onların bizimle var olduğunu ve bizim için olmalarının gerekliliğini her anlattığı hikayede tekrar ederdi. Hiç unutmadım; dedemin anlattığı hikayelerin birinde avcının kurduğu tuzağa düşen boz ayıyı kurtardığımı. Hiç unutmadım dağlarda, benim yürüdüğüm patikalarda önümden yürüyen kahraman kurdun ayak izlerini. Ve hiç unutmadım, yorulduğum zamanlarda dedemin beni omuzlarına alıp gezdirirken söylediği Lazca türkülerin içimde açtığı doğa sevgisini. Uzun yürüyüşlerimiz olurdu dedemle beraber dağlara doğru. Her yerin adlarını ayrı ayrı söylerdi ve buralarda yaşadığı anılarını anlatırdı. Çocukluk anıları hiç bitmezdi. Ne su değirmenlerinde öğüttüğü mısırların muhabbetlerini ne de arkadaşları arasında en cesuru olduğunu. Hep bir adım önde gidermiş akranlarından. Ve ne hikmetse en yakışıklısı hep o olurmuş(!)
Uzun yürüyüşlerin ardında eve vardığımızda ağabeyim tükettiği enerjinin yerini alacak yakıt ikmalini elinde tuttuğu tereyağlı sıcak ekmekle yapardı. Ve ağabeyim hiç doymazdı. Baskın yaptığı mısır bahçelerinin en iri ve taze olanlarını göz açıp kapayana kadar bulabilirdi. Mısır bahçelerinin aralarına ekili salatalık mekanlarını bilir ama asla parmak büyüklüğünü geçmeyenleri koparmazdı. En azından bize öyle söylerdi(!) Onun içinde bitmek bilmeyen bir enerji vardı. Tıpkı, tıpkı Karadeniz’in denizden dağlara doğru esen rüzgarları gibiydi, hırçın ve zararsız. Pantolonunun arka cebinde misinası ve gazete kağıdına sarılı kurşunu ile balık kancası eksik olmazdı. Gürül gürül akan derenin en durağan olduğu her yer onun gibiydi. Her balık avı doğaya duyduğu saygıydı. Hiçbir zaman ihtiyacından fazlasını tutmadı ve hiçbir zaman tek başına yemedi. Balığı çok severdi ama bakır tavada tereyağıyla pişen kırmızı pullu alabalıktan yediğini hiç görmedim. Hep ekmeği, tavada kaynar duran yağlara bandırır, karnını öyle doyururdu. Yanaklarının kızarıklığı belki bu yüzden oluşmuştur. Biz hiç ayrılmadık ağabeyimden. Akşama saatlerine yakın oynanan oyunlarda hep onun yanında olurdum. Onunla olmak, oyunda önde başlamak anlamına geliyordu. En iyi yaptığı şeylerden biri de dedemin balta sapı yapmak için tavan arasına sakladığı odunları dedemden habersiz alıp tahta araba yapmaktı. O arabayı yapar, araba için gereken çivileri dedemin malzeme odasından bana aşırtırdı. Bir keresinde malzeme odasına gitmeyeceğimi söyleyince, “o çivilerle diğer köylerle yaptığımız araba yarışlarını kazanıyoruz. Hem söz, ilk yarışı da sen yapacaksın” diyerek beni kandırdığını hatırlıyorum. Ama hiç onun geri geri indiği yokuşları ben normal olarak inemedim. Hep yarıya kadar çıkar, “burası yeter” diyerek öyle sürerdim ağabeyimin tasarlayıp ürettiği tahta arabaları. Ve kendimi hep dünyanın en iyi yarış pilotu sanırdım kısacık tecrübe ettiğim yokuşların heyecanında. Ve hiç o bahsedilen karşı köy tahta araba yarışlarında tahta arabasını süren süper pilot olamadım.
Büyüklerimin mektuplarını ben taşırdım hep. Fatma Ablanın Kerem Ağabeye yazdığı mektupların postacısı durumundaydım. Hiç hoşlanmasam da Fatma Abla sevinçten Kerem Ağabeyi öper gibi öperdi beni. Kerem ağabey ise her seferin sevincinin karşılığında bana hediyeler verirdi. Ya fındık koyardı cebime ya da evlerinde eksik olmayan Mevlana şekeri. Fındıklar da özenle seçilmişler gibi iri ve kavrulmuş olurdu. Bir keresinde diğer kızların zorlamalarıyla taşımakta olduğum mektubu, beni köşeye sıkıştırdıkları bir yerde – mektubu vermesen seni öperiz- tehdidi ile taşımış olduğum sırları okumuşlardı köyümüzün meraklı kızları. Kızları hiç sevmezdim ve hatta nefret ederdim. Ama okumuşlardı mektupları! Bu durumun neticesinde duyduğum utanç ve başarısızlıktan sonra postacılığı bırakmıştım. O günden sonra hiç Kerem ağabeyinin evinden Mevlana şekeri almadım. Ve Fatma ablaya hiç görünmedim. Bu yüzden de köydeki düğünlerde oynanan horonlarda bulunamadım. Tulum sesine hep hasret kaldım bu sebepten dolayı. Tulumun o muhteşem sesinin dağların yamaçlarında yankılanmasından mıdır bilmem ama tulum sesinin, gürül gürül akan derelerin söylediği türkülerle oluşturduğu ahengin huzuruyla aynı olduğunu söyleyebilirim.
“Ah, o dereler, huzur içinde akan. Ah, tulumun sesi, yüreğimden kopan.”
Rivayetler vardır bu muhteşem doğa için söylenen. Onlarca savaşçılar yetişmiştir, onlarca aşık, onlarca sanatçı… Bu toprakların hikayeleri hiç bitmedi dünya coğrafyasında. Şarkılar söylendi dostlukla, barışla. Göç yollarına şahit oldu ve nice zulümlere! Ama bu topraklar unutmadı ne neşeyi ne de kederi. Kestane ağaçlarının kendiliğinden çoğalması gibi aktardı genlerini üzerinde yaşayan insanlara. Belki de tulumun gür sesi, hırçınlığımızı, yüreğe dokunan hoş sesi ise içimizdeki sevginin dışa vuruşunu ima etti. Tulum sesi hep hüzünle neşeyi harmanladı yüreğimizde.
Günler hep heyecanla, neşeyle, saygıyla ve sevgiyle son bulurdu toprak konan bu köyde. Ve neredeyse hiçbir akşam yağmursuz gelmezdi evimizin önüne. O sadece evimizin sac kaplı çatısına damlar, usta bir piyanist gibi şiddetini ayarlardı. Bize kalan ise cümleleri bir araya getirerek kendi türkümüzü yazmaktı. Herkesin türküsü farklıydı ve kimse kimseye benzemezdi. Yağmurlar zamansız yağardı. Her yağmur damlası toprağa düşmeden evvel toprağa haber edermiş, “sana misafir oluyorum” diye. Toprak misafirine iyi bakar, misafir de ona can olurmuş. Belki de bu yüzden her misafir bizim başımızda taç, gönlümüze huzur, ömrümüzde bereket olmuştur.
Hava iyice karamaya başladığında, oturma odasının ortasında duran kuzinenin etrafında toplanır, en korkutucu hikayeleri anlatırdık. Hiç haz etmediğim bu durumdan memnun kalmasam da erkeklik gururu diyor, titreye titreye dinlemek zorunda kalıyordum. O dönemlerde ağabeyim olamadan evimizin arka tarafında bulunan mısır bahçesine “Didamangisa -bahçe cadısı-” korkusundan hiç gidemedim. Ve o güzelim mısırları yemek için hep birilerinden gizlice yardım aldım(!) Her gece aynı hikayeler anlatılırdı neredeyse ama bahçe cadısı olan “Didamangisa” ayrı bir yere sahipti. Onun hedefi bahçeye giren çocuklardı. Saatler ilerledikçe uyku ağırlığını hissettirirdi küçük ve yorgun bedenlerimizde. Kız kardeşim çoktan sedirde kıvrılmış uyumuştu bile. Ninem uyuya kalanlarımızı yavaş yavaş odaya götürürken sıranın bana gelmesi için uyur numarası yapardım. Ninem numara yaptığımı bilirdi. Bu yüzden de uykuya dalana kadar yanımda oturur, saçlarımı okşardı. Ne zaman uykuya daldığımı anlamazdım.
Günler sıra-sıra dizili verir önümüze. İlki ardı yoktur. Her gün cennetten bir gün gibidir bu yerde. Yıllar geçer, bir-bir yok olur insanlar etrafımızdan ama bitmez bu doğanın sanatı. Doğa hep yeşildir, hep mavidir ve hep can olur yeni umutlara. Ne tahta yarışlar biter ne de çocuk kalan duygular. Ve hiçbir zaman yağmur türküsünü söylemeden uyanmaz çocuklar sabaha. Ne baltalar kayıp olur gider ne de altın tanelerinin üzerine konduğu yazmalar.