Yazdıklarım kabuğunu dolduramayacak ağır bir travmanın eşiğinde. Kesin yargılardan kaçınarak hata yapma olasılığımı elimden geldiğince düşürmeye çalışmak da korkarım ki benim elimde. Elimizde yazgımızdan başka ne kaldı, bizi ürküten? ‘’Yazgı dediğimiz şeyin deveran ediyorsa kanı, söyle ona vazgeçsin beni üstümden esip yönetmekten’’ Böyle esip gürlüyordu şair. Artık sırtımız güvende ve duvara dönük. Bir yerden başlamanın kaçınılmaz mecburiyetini fazla hırpalamadan, içimizdeki kırıkları kanatıp dağıtmadan bunu yapabilirsek ne âlâ
Kendisinden nasıl bahsedeceğimin hafif sıkıntısı var üstümde. Artık vakti geldiyse limandan ayrılmanın, iskele fora demenin akıbetini de sorgulamamalı hiç. Olan olur. Ve nihayet. Akın Çokuğurluel’in ikinci romanı, ‘’Kırık Şeyler Ansiklopedisi’’ bozgun çığlıklar eşliğinde raflarda yerini aldı.
Dağıtıma geçmeden önce okuyabilme fırsatını yakalayan şanslı kişilerden olduğumu da hatırlatmakta hiçbir beis görmüyorum. Yani kitabın tevellüt sürecindeki koşuşturmanın meçhul bir tanığıyım desem, pek de yanlış olmaz. Şimdi ise matbu haliyle ikinci defa okumanın hazzını yaşıyorum. Bundan güzel başka ne olabilir ki. Kitabın kapak tasarımından etkilenmeye başlamış olsam da ilk cümlesi beni derinden sarstı diyebilirim -bu cümlede sarsmak fiili lalettayin ağızdan çıkmamıştır-:
‘’Annem öldü benim’’s.7.
Çok berrak ve kışkırtıcı bir ilk adım cümlesi benim nazarımda. Eldeki delillerin toplanma serüveni uykumuzu kaçırsa da devam ettim okumaya. Kelimeleri kanırta kanırta sayfaları geçiyordum ki ardımda bıraktığım onca kelimenin mayhoşluğuyla sayfaların arasında bir şeylerimi kaybettiğimi epey sonra fark ettim. Ne olacağı hiç umurumda bile değildi halbuki. Kendi ayaklarımın kelimelerin bıngıldayan yanlarına eşlik etmesi, beni elimde olmayan gark muharebesine sürüklüyordu çünkü. Dikkatimi dağıtabilecek her şeyden kaçıyordum olabildiğince. Bu aşamada neler hissettiklerimi, mübalağa etmeden anlatmanın huzursuzluğu etrafımı sarmış durumda. Zira sevdiği şeyleri-içimizdeki kırıklar dahil- abartarak haz almayı kendine şiar edinen biri için kolay olmasa gerek. Bu yolu tercih ettiğimize göre ayağımıza batan dikenlerden de dem vurmamalıyız. Kaldı ki abarttığım kadardır aslında okuduğum, sevdiğim ‘’şey’’ her ne ise.
Evet, elimizdeki bu roman, aynı zamanda bir dönemin karanlıkta kalmış kırmızı perdesini aralıyor. Bir cinayetin perde arkasındaki sırrın aydınlatılmasından ziyâde, o kavisli düzenin tamahkâr yanını seriyor önümüze; fakat göze parmak sokmadan yapılıyor olması bizim için daha derin bir mevzu. Bu saydıklarımız mezkûr romanın, niçin elimizde olduğunun sebeplerinden yalnızca birkaçıdır aslında. Elbette bunlar kâfi gelmeyebilir bu romanı iyi yapmak için. Anlatım dili ve kırık şeylerin resmedilişi ve bu ‘’şeyler’’e dair bırakılmış dipnotlar, kısaca biçimin içerikle ahengi, başlıca celbedici edimleridir ve hatta aşk bile dahil buna. Hangi aşk ve neyin sadakati?
Okumak için tüm şartlar elverişli anlayacağınız. Kapımızı çalmasını beklemek, bizi telaşlandırmaktan başka ne halta yarayacak? Bunun cevabını merak ediyor olmamız, romanın sonunu ağzımızdan kaçırmak için yeterli bir sebep değildir maalesef. Sonuna kadar sebat etmeliyiz, her şey bitince aydınlığa kavuşacak nasılsa. Karar vermek veya bu kararı kritik etmek de okurun takdiri zaten. Bizim vazifemiz olanı olduğu gibi aktarmaksa başlasın çanlar çalmaya. Kimin için çalmadığını bilmekse başka bir tartışmanın konusu.
Romanın adından da anlaşılacağı üzere bir ansiklopedi. Öyle ham bilgilerle yoğunlaştırılmış bir madenden öte hammaddesi rafine edilmiş şikeste bir eserdir. Bazı sorular sorulabilir tam da burada. Fakat bu sorulara doyurucu cevaplar vermek için elimize almadan romanı, ne anlatırsak anlatalım eksik kalır. Hani olur da bir çağrışım olursa, bunu hatırlatmak boynumuzun borcu. Gerçi edebiyatın nazlı anlarından kim bilir daha hangisini çağrıştıracaktır, buna karşın keşke bu şekilde izah etmeseydik diye kaçınılmaz bir hayıflanmayla örtüyoruz üstümüzü. Kelimelerin kaybolan anlamlarını aramak bile bize heyecan aşılıyor doğrusu. Altını çizdiğim sarsıcı bazı cümlelerin, özellikle bir tanesinin elimden sımsıkı tutmuşçasına beni terasa kaçırmasını hangi duyumun mahurluğuyla izah edebilirim:
‘’…Bir erkeğin sevdiği kadının gözlerine bakarken hayatta neler kaçırabileceğini ilk babamdan öğrendim’’s.26.
Bunları niçin mi alıntılıyorum gaddarca. Aşk var demeye dilim varıyor varmasına da, lâkin bunu nasıl itiraf edeceğimi bir türlü beceremiyorum. Bir eylemcinin âşık olmadan önceki son sekiz günü beni fena halde tedirgin ediyor. Hasan’ın bizi ardında sürüklemesini aşkın kırmızı karartısına değişmeyeceğimizi de itiraf etmek bize düşer. Bir şeylerin değişeceğinin muştusunu hissettiriyor olsa da Hasan, peşinden sonuna kadar sürükleyip götürdü acımadan biz okuru. Karakterin, yani Hasan’ın iç ağrısını kendi ağrımız belleyerek pervasızca işledik tenimize. Aşkın peşinden gitmenin onarılmaz hafif yanı bizi olduğumuzdan daha güçlü kıldığını sanırım söylememize lüzum yok, bu ahval ve şeraitler dahilinde. İyi de kırmızı çiçekli kızı, nasıl olur da Kırmızı Saçlı Kadına’a benzetirim tavırları omzumda bir yük, an itibarıyla. Renklerin kadınlar üzerindeki serüveninin bu kadar derin olabileceğini de ummazdım. Sadece bir renkten mi ibaretti yoksa bu benzetiş, yoksa benim hüsnü kuruntum muydu bilemedim? Hangisi olduğu gerçeğini şimdilik es geçelim istiyorum. Nereden, nasıl baktığımızın gece sayıklamalarımızdan daha önem arz ettiğini biliyorum. Fakat asıl hakikat, kırmızı çiçekli kızın, romanın en az Hasan kadar toparlayıcı kişisi olduğudur bizim için. Açıkçası burası beni daha çok ilgilendiriyor. Teknik açıdan ne denilebilir ki, yüklemin bazen isimfiil olduğu rastlantısından başka. Bu kısmın da İsviçre bilimadamlarına düşmediğini söylemeyi kendime görev addederim.
Astarı kararmış yılların arasından sızarak bize ulaşan bu romanın, elbette bizi tatmin etmeyecek yanları olacak. Hiçbir şeyin kesinlik kazanmadığı, ölümlerin vicdanımızın yakasından eksik olmadığı böylesine bir zamanda, bu tatminsizlik bile göze batmayacaktır. Varsa eğer böyle bir yazgı. Yazmayla geç tanışan genç; ama kalemi keskin bir yazardan, kırık şeylerin üzerimizdeki izdüşümleri takip etmek biz okurlar için nimet olsa gerek. Yukarıda dilimiz döndüğünce, sarf ettiğimiz her kelimenin altını hakkını verircesine doldurmak bizim başlıca meselemiz aslında, kim bilir. Bunun için olsa gerek hakikatin bizden istediği vicdan da içimizde saklı duruyor. Biz bunları diyoruz ya, içimizdeki kırıkların sesi yüzümüzü daha gürültülü betimliyor. Zaten bu romanda, sadece şeyler’in hapsedildiği hayattan öte bize ana karakterin bir amaç uğruna nasıl bedel ödediğinin çıplak hakikatini vuzuh bir anlatımla yüzümüzü tarayarak seriyor önümüze yazar. Kulağımızın perdeleri delik. Nasıl olur dediğimiz o bedbaht sancıların, karanlık yollarına ışık tutarak, daha iyi anlamamıza imkân tanıyor. Fakat bazı şeyler hep değişiyor. Hep.
Ve ‘’bazı şeylerin değişmesi için acılar bile kâfi gelmiyor’’s.28. Nedendir bilmiyorum ama tam da böyle bir sancı nüksediyor bir yanımızda. Onca acıdan sonra bu da geçer diyebilme cüretini gösterebilmenin acziyeti içinde debelenip duruyoruz. Oysa acının dindiği yok. Zaten unutursun, bu da geçer gibi sözlerin pek de iyi gelmediğini bilir insan, gene de omzundaki yükün biraz olsun azalmasını bekler. Bir kaybedişten bahsedebilir miyiz peki? Tutunamayan diyebilirim belki, korkum iliklerime kadar inmeye müsaade ederse şayet. Büyük taşlar eleğin içinde birbirine çarpıyor şimdilik. Zaman da bunu fırsat bildiğinden çabucak geçiyor damarlarımızdan fışkırarak. Ne istediğimizi, niçin okuduğumuzu, yazardan ne beklediğimizi biliyor olmanın rahatlığıyla kendimizi kelimelerin akışına bıraktık ne de olsa. Yıl içinde yayınlanan yüzlerce kitabın arasında bunu fark edip okuyabildiysek, kendimizi bahtiyar hissetmeliyiz. Zira iyi bir şey yapmanın sevinci ağır basacaktır bünyemizde. Elimize geçmeyip, bulamadığımızı, farkında bile olmadığımızı düşünelim bir an, yaşadığımız hayat gene aynı bulvar üzerinde devam edecektir, bu da doğru. Ancak ihtimaller üzerinde ahkâm kesilmenin genzimize pek de iyi gelmeyeceğini unutmuyor muyuz?
Sahi bu romanı niçin okuduk, niçin okumalıyız? Bunu sorduk ve fakat şunu da söylüyoruz:
‘’… Her şey gözünde anlamsızlaşırdı. Bombaların öldürdüğü çocuklara şaşırmadı. Ülkeler işgal edildi, aldırmadı. Gazeteciler öldürüldü, ayakkabıları delik, görmedi. Tuhaf saplantılı bir aşktı onunkisi. Annem ölürken bile- ince hastalık diye geçiştirdiler bunu- onun her geçen gün eridiği, içinin çekildiğini görmedi. İnlemelerini duymadı. Çocukluğumun o en masum dönemlerinde bir erkeğin, sevdiği kadının gözlerine bakarken neler kaçırabildiğini ilk babamdan öğrendim…
… Babam, anneme olan büyük aşkından başka hiçbir şey görmedi. Annemi bile.’’ s.26.
—
Az önemli not: Bu bir tanıtım yazısı değildir. İçimdeki kırık şeylerin dış akıntısıdır.
Çok önemli not: Kırık Şeyler Ansiklopedisi, Everest Yayınları, I. Baskı, Haziran 2017, s.222