Mardin’in Bacakları*

“herkesin bir geçmişi vardır sanılıyor. yazık ki, geçmiş bile herkesin değildir. kimileri yalnızca hatırlar. hatırlayanlar başkadır, mazisi olanlar başka. mazi edinilir. mazi de bir çok şey gibi emek ister insandan. hatırlamak sanıldığı kadar kolay değildir. yaşıma göre hayatımı bunca ağırlaştıran şeyin hatırlama gücüm olduğunu düşünüyorum.” Murathan Mungan

Masumiyet bizim en büyük zaafımızdı. Büyüyün dediler, büyüdük? Oysa bu kadar hızlı kirlenmeyi hesaba katmamıştık. Belki de hayattan yediğimiz en büyük kazıklardan biri de buydu. Kim bilir? Bilen bilir. Ötesi bizi ilgilendirmez, gökteki kargalar gibi. Geçelim bunları diyorum, geçelim. Ama bunu görmezden gelemeyiz yine de. Memleket deyip de Ahmet Arif’i teğet geçmek olur mu hiç:

‘’Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin’’

Evet bahardı, yaz’dı ve memleketin tarihini soluyordum. Gürbüz bir delikanlının saçlarından dökülen rüzgar gibi. Her şey olması gerektiği kadar sahici ve kalındı. Mı? Bu sorunun cevabını bırakalım Murathan Mungan: Kıskanılmayı da Mardin’den öğrendim, desin.

Mardin

Mardin’e gitmek çok uzun zamandan beri istediğim bir şeydi. Her ne kadar plan yapmayı beceremesem de. Sonra yalnız gitmek yerine birkaç arkadaşıma da çınlattım… Venedik’le birlikte M.Ö 4.500 yılından beri ‘’açık hava müzesi’’ olan kadim bir şehirden bahsediyoruz nihayetinde. Gitmesek de bizimdir, ama gitmeliydik. Kalk düğüne gidelim demek kadar sahici.

Sümer, Babil, Selçuklu, Artuklular ve son olarak Osmanlı Devleti’ne ait bir çok eseri bünyesinde barındırır. Mardin’e nasıl, ne şekilde gideceğimiz konusunda bir tartışma yaşandı bir süre sonra arkadaşlar arasında. Kimi ‘’istikbal göklerdedir’’ felsefesinden hareketle uçakla gitmenin daha fiyakalı olacağını, ancak buna karşın hayır efendim, gitmişken geze geze gitmek gerek, o yüzden ille de otobüs… Olmalı mı olmamalı mı? Yine de bütçemize uygun olanı tercih edeceğimizi hepimiz de biliyorduk, ki bu su götürmez bir gerçekti. Gerçek olan her daim göze batar. Acı da olsa. Bunları tartışmaya başladığımızda daha dört beş ay vardı tabii. Günler, geceler art arda boz bulanık bir ırmak gibi akıp gitti. Ve o gün gelip çatınca bir de arkama baktım, tekim:

‘’Nuh gemisine almadı beni, tektim çünkü’’ Dücane Cündioğlu

Roma kaynaklarında Maride olarak anılırdı. Persler Marde, Bizanslılar Mardia, Süryaniler Merdo-Merdi, Araplar ise Maridin diye bahsederdi. Kaynakların bize işaret ettiği isimler böyledir. Osmanlı devleti döneminde Mardin’in büyük çoğunluğunu Süryani, Nasturi ve Keldaniler oluştururdu. Hatta kaynaklar bir Yahudi ve Yezidi mahallesinin varlığından da bahseder. Mungan’a kulak verelim:

Bir masal kentinden, Mardin’den gelmiş olmamdan belki. Benim için Mardin, içinde değişik kültürlerin yaşamasından doğan bir atmosfer. Çocukken dinlediklerimden, yaşadıklarımdan örülü bir dünya var.

Bu sözü sindirirken, bir ara verip tekrar hazırlık sürecine geçmek istiyorum. Kalkış saatine yaklaşık yarım saat vardı. Her zaman olduğu gibi yine erken bir saatte oradaydım. Bir süre sonra o çok bilindik ses değdi kulağıma: Mardin yolcuları kalmasın… Kalmasın! Bu anonstan sonra beklemenin ibadet olduğunu unutarak hemen yerimi aldım. Bir elimde kitap, bir elimde kalem sefam olsun. Satmışım bu dünyanın…(RTÜK tarafınca azarlanmamak adına…) umurumda değil. Verilecek olan molalarla birlikte 21 saatimiz vardı. Yazıyla: yirmi bir saat. Elimde, Murathan Mungan’ın Kırk Oda’sı. Bu hazzı ancak Mungan sevenler anlayabilir ve bilhassa yoldaki az buçuk kibar adamlar. Ya da Hasan Ali Toptaş’ın deyişiyle ‘’bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular’’ diyenler.

Mardin’deyiz.

Dur yolcu!.. Duran durdu. Duruyoruz.

Öncelikle kalacağım yerin rezervasyonunu yapan arkadaşımı aramam gerekiyordu. Arıyorum, kimse cevap vermiyor. Aradım… Arıyorum… Arayacağım. Sonra aklıma bir şarkı geliyor ve biraz deforme ederek içimde mırıldanmaya başlıyorum. Aradan bir buçuk, rakamla 1.5 saat geçtikten sonra avdet yapılıyor bana. Her şey yolundaymışçasına açıyorum: Alo!.. Evet. Evet. Evet. Peki o zaman hemen gidiyorum. Kalacağım yer çok yakında bir yerdeymiş meğer. İçeriye adım atar atmaz, karşıma dikilen bir beyefendi, buyurun kardeş, acaba kime baktınız, gibi sormakta haklı olduğu bir soru yöneltti. Merhaba. Bunu dedim ve o, hemen telefonuna sarılıyor. Telefona cevap verilmiyor ama. Tanrı misafiriydik nihayetinde dışarıda bekletecek değildi ya. Burada duracağımıza yukarı çıkıp yemek yiyelim, demesiyle açlıktan zil çalan karnımın erotik kahkahasıyla hızlıca fırladım. Kendimi ayaklarıma teslim ettim ve nereye götürürse götürsün, hiç karışmayacaktım.

Yemeğimizi de yedikten sonra, çarşıya çıktık. Takıldık bir alamete gidiyoz kıyamete… On iki yıl önce geride bıraktığım onca hatıranın beni tedirgin ettiği ve hiçbir şeyin aynı kalmadığını görünce zamana dair bir öfke nüksetti damarlarımda. Zamanın benden aldığı çok şey varmış meğer. En nihayetinde işi çok kısa sürdü, hiç vakit kaybetmeden geri döndük. Artık bütün gün benimdi. Kalacağım odayı da gösterip, hadi size iyi çalışmalar diyerek beni kendimle baş başa bıraktı. Odada öylece bana bakan divanın üzerine atladım hemen. Gözlerimi açtığımda güneş batmak üzereydi. Kendimi ancak toparlamıştım zaten.

Uyumadan önce kahvaltı saatine bakıyorum, saat 06.30-07.30 arası. Kahvaltı faslını da hallettikten sonra hazırlanıp Midyat merkeze saldım ayaklarımı. Öyle kavurucu bir güneş vardı ki, zannedersin ki ‘’Güneş tanrısı’’ bu şehri lanetlemiş.

Midyat’ın daracık sokaklarını gezerken, karşıma çıkan küçük rehberlerin öncülüğünde hemen hemen bütün tarihi mekanları dolaştım. Midyat’ta küçük çocuklar harçlıklarını yabancı turistlere rehberlik yaparak çıkarırdı okuldan arta kalan zamanlarda. Aslında hiçbir şey burada yazıldığı gibi masum değildi. Masum görünümlerinin altında hafif de olsa bir tilkilik de kendini gösteriyor. Olması gerektiği kadar yerli. Yörenin bir vatandaşı olduğumdan bunu rahatlıkla görebildim. Ellerine birkaç kuruş bırakmayana dek peşinizi bırakmıyorlar. Çocukluğun zamandan alacağı çok şey var. Biliyorum bunu görmezden gelip yer vermeyebilirdim, ama bu sefer de içim rahat etmezdi. Çocuk olmanın getirdiği uçarı bir serserilik de söz konusu olunca işler daha da keyifli hale geliyor. Midyat’ın esir çocukları ifadesini yakıştırıyorum onlara. Evet, küçük rehberler eşliğinde, karakolun bulunduğu sokaktan saparak Mor Barsavmo Kilisesi‘nde soluklandım. Kilisenin kapısında oturan seksen-doksan yaşında olduğunu her haliyle kendini ele veren bir amcayı fotoğraf karesine alma teşebbüsüm başarıyla sonlandı; fakat bu ucuz fırsatçılığımdan gözleri karıncalanmış olacak ki, elindeki bastonu sallamaya başladı.

İyi de bey amca biz de Midyatlıyız, bu sokaklar bizden sorulurdu bir zamanlar, diye içimden geçirsem de amcazâdenin yanından tedirgin bir şekilde içeri girdim kiliseye. Acemilikten mi, yoksa alışkanlıktan mı bilinmez ama, mahcup bir selâmün aleyküm fırladı ağzımdan. O’nun yüzündeki şaşkınlığı görünce, hemen kelimeleri yuttum. Kadim bir Süryani’ydi. Kilisenin bahçesinde oynamaya gelen Süryani çocukları fotoğraf çerçevesine sıkıştırmakla meşgüldüm. Hepsinin yüzünde muzip bir gülümseyiş saklıydı. Kimileri ip atlıyor, kiminin de elinde top, sektiriyordu. Sanki çocuklarını karantinaya almışlar gibi geldi bana ebeveynleri.

Müslüman çocuklar dışarıda parklarda, sokaklarda oyunlarını oynarken, bu çocukların açık bir cezaevinin bahçesinde zamanlarını geçirmeleri hiç de adaletli gelmiyordu bana. Çocukların hepsi de yerliydi oysa, benim gibi. Sayfaları karıştırdığımızda da bu kilise temelinin MS. 4. asırda atıldığını görüyoruz. Bazı sebeplerden ötürü kilise yıkılmış. 1910 yılında tekrar inşa ediliyor ama.

Küçük ve mütevazı bir kilise olarak dikkatleri üzerine çekiyor. Bu kilisenin terasına çıktığınızda Cevat Paşa Camii’nin minaresinin gökyüzüne doğru yükselişine şahit oluyorsunuz. Camii, Cevat Paşa tarafından 1925 yılında Midyat taşlarıyla avlulu şekilde inşa ettirilmiştir. Minaresi silindir şeklindedir. Aynı zamanda iki şerefelidir. Camiiden kare şeklinde değil de dikdörtgen yapıdadır. Emeviler döneminden kalan bir mimari özellik olduğunu eklemek gerekir. Şafii mezhebinin hükümlerini kabul eden Müslümanların yoğunlukta oldukları yerlerde bu gibi camiileri görmek mümkün. Dipnot!

Kiliseden çıktıktan sonra sağ tarafa doğru, etrafı derin bakışlarla süzerek ilerlemeye başladım. Sokaklar kaldırım taşlarıyla bezendiğinden en ufak bir kıpırtıda bile sesler gökyüzüne dağılıyordu. Ben bunları düşündüğüm esnada bir atın nal sesleriyle irkildim. Olsa olsa at arabası olur deyip baktım. fi tarihinde yük taşıyan bu at arabaları çoktan fayton görevini üstlenmiş meğer. Arkada turist olduklarını düşündüğüm -başka bir ihtimal de yoktu hani- iki kişi oturuyordu. Şehrin birçok yükünü bu at arabaları taşıyordu eskiden. Günahlar dahil.

Eskidendi, çok eskiden.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''