Tarihselcilik ve Kur’an (4)

Bugünlerde Yeni Şafak köşe yazarı Faruk Beşer’in üst üste yazdığı tarihselcilik yazılarının  bir kez daha gösterdiği üzere tarihselciliğin neliği üzerine yapılan tartışmalar, genellikle onu anlama ve dışarıdan bir gözle değerlendirme değil de mahkum etme odaklı bir anlayışın daha baştan sonucu belli bir sözde tefekkür faaliyetine müncer olmaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Faruk Beşer’in yazıları üzerinden tarihselcilik eleştirilerinin bütününe teşmil edilemeyecek  olan sığlık , karşı tarafı anlamama, total olarak yanlışlama ve mahkum etme  tarihselciler arasındaki nüans farklılıklarını dikkate alma yönünde olumlu bir tavır takınılmasına rağmen söz gelimi Mustafa Öztürk’ün tarihselcilik anlayışı yeterince irdelenmemiş,  irdelenmişse bile yazıda vurgulanmayıp diğerleri arasına karıştırılmaya çalışılmıştır. (Yazıların birinde Mustafa Öztürk’ün kitabından alıntı yapılmış olması hasebiyle söylüyorum bunları yoksa kendi okumam sonucu satır aralarından çıkardığım sanılmasın.)

Söz konusu yazılara Mustafa Öztürk karar gazetesinde yazdığı son yazı ile cevap vermiş olmasına (Aslına bakılırsa pek de cevap sayılmaz. Mustafa Öztürk konunun ehemmiyetine binaen gazete köşelerinde tartışılamayacağını belirtip (aynı hassasiyete Faruk Beşer de sahiptir.) kendi tarihselci görüşünün ayrıntılarına inmeden mezkur yazılarda kendisine yapılan nesep tayinine yönelik itirazını dile getirerek sahabelerden örnekler vermiş ve geleneğin nasih – mensuh  konusunda gözden geçirilerek soruşturulması gerektiğini söylemiştir. (Önceki yazılarımızda nesh teorisininde bir nevi tarihselleştirme olduğundan bahsetmiş ve ayetler arası ilişki bağlamında alternatif görüş olarak tahsis (hükmü daraltıcı yorum) yönteminin varlığından bahsetmiştim.) rağmen ben de naçizane tarihselcilikle ilgili yazdığım yazılar olması hasebiyle tekrardan Faruk Beşer’e yönelik eleştirilerimi dile getirip tarihselcilik ile onun eleştirmenlerinin  ortak noktalarından bahsederek metin ve anlamı üzerine (Kur’an üzerine uygulanabilirliği ayrı bir tartışma konusudur.) birkaç kelam etmeye çalışacağım.

Öncelikle  Faruk Beşer’in yazı dizisinden şu alıntıyı yapalım. “Nasıl Mutezileyi vaktiyle Yunan Felsefesi ortaya çıkardıysa, bugünün tarihselcilerini de bugünün Batı felsefesi doğurdu.” Bu cümleden çıkarılabilecek ilk sonuç Faruk Beşer’in de kastetmek istediği üzere medeniyetler arası felsefi etkileşimdir. Yani  Batı medeniyetinin  kendi tarihi dinamiklerinde, dönüşümlerinde ortaya çıkmış bir fikrin,  yöntemin İslam dünyasında Müslümanların problemlerini çözmek üzere kullanılması ve bir nevi taklit edilmesidir. Fakat burada Faruk Beşer’in söylediklerinden ziyade  yazısının psikanalizini yapma gayretine girişerek  demedikleri üzerine odaklanmak istiyorum.  (Bir nevi niyet okuma ama masum okuma var mıdır zaten.)

Öncelikle Faruk Beşer’in yazılarında dikkat çeken hususların bana kalırsa en önemlilerinden biri tarihselciliğin Aydınlanma ile başlatılan zihni dönüşüm hareketinin modernite ile devamında Avrupa’nın bilim ve  teknoloji alanında hakim duruma geçmesinin ( İlk yazımda rasyonalist akıl, bilim ve modernite üzerinden devşirilen “kaba kuvvet” sonucu Batı medeniyetinin nesnelleşme sürecini  daha doğru bir ifade ile kendisini sahip olduğu kuvvet  yardımı ile evrenselleştirmesini konu edinmiştim ufakta olsa.) söz konusudur. Bu mevzu yazının anlaşılması açısından  çok önemli olmasına rağmen  yazının insicamını bozacağından ileriki yazılarımızda ele alacağım bir konu olmasını planlıyorum. Şimdi açmamakla birlikte ilerideki yazımızı okuyanların zihninde bu yazıda retrospektif bir okumaya tabi tutularak dönüşüme uğrayacaktır.)  diğer medeniyetler ve özelikle İslam coğrafyası üzerinde ciddi bir etkisi olduğu, bunun da Batı karşısında diğer medeniyetleri aşağılık kompleksine sahip insanlara dönüştürdüğü varsayımı gizlidir. Söz konusu iki durum arasındaki ilişki  yadsınamaz olmasının yanında İslam dünyasında girişilebilecek fikri hareketlerin bu psikolojiden soyutlanamayacağını düşünerek söz konusu korelasyonun bir neden sonuç ilişkisine dönüştürülmesi  kanımca problemlidir. Bu varsayımdan hareket ettiğiniz takdirde Fazlurrahman’ın görüşlerinin modern yaşamın hüküm ferma olduğu yerlerde yaşadığı zorluklardan ya da karşılaştığı sorulardan neşet ettiğini söyler ve tam da eleştirdiğimiz noktaya düşmüş olursunuz.  ( Yazarların eserlerinin yaşadıkları ortamdan, dönemden yalıtık paradigmaların uzağında steril zihni spekülasyon sonucunda  oluşabileceğini savlayan idealist tasavvura yakın olmadığımızı da belirtelim. Biz sadece bu ilişkinin kat’iliğine yapılan vurgudan şüphe ediyoruz.)

Öyleki bu durumda eleştiriyi yapan kişi şunu söylemek ister. Modern bir yaşamla ( Yaşam derken sosyokültürel, ekonomik vs. gibi somut yönlerin yanında zihniyet , anlayış ve  ön kabuller,ve ontolojik tasavvuruda kastediyoruz.)  karşı karşıya olan birey Kur’an ile kendi yaşamı arasındaki aşikar uyuşmazlıklar sebebiyle Kur’an’ı modernite lehine çarpıtır ve onun modern bir versiyonunu sunar. Dolayısıyla tabiiyet ilişkisinde Kur’an metbu olan konumunda kalır. Modernite insanlığın geldiği en ileri seviyeyi göstermesi bakımından tartışma götürmez bir son noktadır ve üretildiği atmosferden bağımsız evrenselve  nesneldir  ve öylece temellük edilebilir. (Böyle bir varsayım tarihselcilerin  moderniteye sıra gelince evrelselleştirmede en önde geldiklerini varsayması bakımından ironiktir. (Dediğim gibi bunlar alenen söylenmeyip benim yapmaya çalıştığım çıkarımlardır dolayısıyla hata barındırmaları kuvvetle muhtemeldir.)

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Mustafa Öztürk’ün  kendisinin modernist olmadığını defaatle belirttiğini ve öneminin de modernizm vs gelenek ikiliğine ve sığlığına yakalanmamasından kaynaklandığını söylemiştik. Faruk Beşer’in yaptığı eleştirilerde Mustafa Öztürk’ün yeri neresidir o zaman?

“Nereden çıktı bu tarihselcilik” isimli yazıdan bir başka alıntı:

İyi şeyler yapmak isterken haddini aşan Mutezile de bilahare gereken cevabı aldı ve tarihe karıştı. Günümüzde de tarih aynen tekerrür ediyor, bir süre sonra taşlar yine yerine oturacaktır.”

Bu sözler tarihselciliğinde Mutezilenin görüşlerine benzer bir biçimde problemli olduğu dolayısıyla da arızi bir durum olmaktan öteye geçemeyip Kur’an’ı anlama noktasında metadolojik bir paradigma haline gelemeyeceğini varsayarak güzel bir analoji yapmış! ve fakat hakikati kendi elinde görüp farklı görüşleri damgalayan ve yok olup gideceklerini öngören kahinvari bir üslupla,  Mutezileye karşı kazanıldığını söylediği fikri mücadele ile kendi konumunu aynileştirmiş ve dini otoriteyi arkasına alarak karşıt görüşü Mutezile ile eşdeğer kılıp kaybedeceğine hükmetmiştir. ( Savunulan görüş için argüman üretmektense karşı saflarda kimlerin bulunduğundan hareketle meseleyi bir kenara bırakıp haklılık devşirmek böyle bir şey olsa gerek.)

Diğer taraftan Kur’anı bir bütün olarak algılayıp yorumlayamayışımızın bir sebebi olarak mütekamil bir İslam toplumuna sahip olmadığımızı gösteren Faruk Beşer ideal anlayışı ne zaman geleceği  belli olmayan bir meçhule erteleyerek  mevcut durumdaki boşlukları meşrulaştırmış olmuyor mu? Paradoksal bir biçimde aynı ifadelerden hükümlerin uygulanabileceği şartları oluşturmak yerine hükümleri şartlara uydurmaya çalışmanın yanlış olduğunu söylemek sureti ile alternatif bir yaşam umudu vererek mevcut durumun statükosunu sorunsallaştıran tabiri caizse devrimci bir anlayış da çıkmakta.

Öte yandan Faruk Beşer tarihselcileri anladığını söylemesine rağmen bir paragrafta söylediğini öteki paragraf yalanlarcasına yazmaktadır. Aşağıda Faruk Beşer’in 4. Yazısından yapacağım alıntı ne demek istediğimi sanırım daha iyi açıklar.

“Varsayalım ki, “biz bu kitabı sana… Anaşehir Mekke’yi ve havalisini uyarman için gönderdik” (En’âm 92) ayetinde böyle bir bölgesellik ihtimali bulunmuş olsun. İşte bu ihtimale yer bırakmamak için, bırakalım başka delilleri, bu ayetin hemen öncesinde Allah (cc) bize, “bu, bütün âlemlere bir uyarıdır” (En’âm 90) diye hatırlatmada bulunmuş. Bundan anlıyoruz ki, ‘Mekke ve havalisi’, Mekke ve dışındakiler demektir.”

Bu ifadeleri okuyan  birisinin  tarihselcilerin ayetteki  Mekke vurgusundan hareketle peygamberin sadece orada sınırlı kalmak kaydıyla tebliğ faaliyetini yürütmesi gerektiği sonucu çıkartması  işten bile değildir. Faruk Beşer ısrarla tarihselcileri anladığını söylemesine ve sizi de söylediklerinden hareketle ikna etmesine rağmen  ‘anladıklarını’ bir sonraki paragraftaki eleştiriye yedirememek gibi bir durumla karşı karşıyadır.

Yalnız burada bizim  Mustafa Öztürk’ün avukatlığına soyunmuş olduğumuz düşünülmesin. Faruk Beşer’in tarihselcilere yönelik ama özellikle Mustafa Öztürk’ün ilgili platformlarda cevaplandırması geren bir soru yönelttiğini belirtmemiz gerek. Şöyleki tarihselcilerin olgu –  değer ayrımında, değerlerin baki kaldığını söylemesi üzerine Faruk Beşer değerlerin tarihsel olup olmadığına kimin karar vereceğine yönelik ciddi bir soru soruyor. (Hakikatin (dar anlamı ile iyi – kötü, doğru – yanlış)  ilelebet değişmeden süregiden bir şey olmayıp tarihsel zeminde bilgi/iktidar ilişkilerinden üretilen bir söylem olduğu tezini anımsatıyor bu itiraz.)

Ayriyeten aynı yazıda Yasin Aktay’dan yapılan bir alıntıda (katıldığını varsayıyorum) tarihselciliğin kutsal metnin bilimsel bir okuması ile metnin arasına bir mesafe konulabileceğini , dolayısıyla metnin nesnel bir biçimde anlaşılabileceğini  savlayan modern insanın metni akıl (batı felsefesindeki ratio)  aracılığı ile kavramaya çalışmasının sonucu İncildeki olağanüstü  anlatımlar irrasyonel olarak nitelendirildi. (Benzer örneklerin İslam dünyasında da görüldüğü vakidir.  Kur’an kıssaları ve mucizeler konusuna pozitivist dogmanın sınırları muvacehesinde bakan yazarların  bu konuları nasıl ‘ruhsuzlaştırdıkları’  ve mistik olanı doğa bilimleri mesabesine indirip ameliyat masasına yatırarak akıllarına yatmayanı makulleştirmeye giriştikleri bilinen bir gerçektir.

Faruk Beşer’in tarihselciği kabul eden düşünürlerin tarihselciğin tarihselliği noktasına kafa yormadan onu dolaysız bir yöntem olarak görmeleri eleştirisine de katılıyoruz.

Faruk Beşer’in tarihselcilerin ifradı karşısında onlara cevap verebilmek adına tepkiselliği içselleştiren, tefrit noktasına savrulan dolayısıyla tarih üstücülüğün ekstrem bir örneğini sunan  kişileri de tarihselcilere kolay yoldan ‘bakın biz bu yüzden tarihselciyiz’  diyebilmelerine fırsat verdikleri eleştirisi de yerinde bir değerlendirmedir. Ve bu üslup eleştirisine biz de katılıyoruz.

Şimdi tarihselciler ve eleştirmenlerinin ortak noktaları olduğunu düşündüğümüz bazı hususları belirterek onların yerindeliklerini sorgulamaya açacak ve tekrardan yer yurt edinmeleri (eğer niyetleri varsa ve bu mümkünse) ya da daha doğru bir ifade ile fikirleri üzerine eleştirel düşünüşün yolunu açabilecek kışkırtıcı ifadeler geliştirmeye çalışacağız.

Aşağıdaki ifadelerin hepsi metni anlamada nesnelliğin yakalanabileceğine ilişkin tarihselcilerde ve eleştirmenlerinde gördüğümüz ortak kanaati sorgulamaya açabilecek türdendir. (Yazıyı daha da uzatıp okunmaz hale getirmemek adına tercih edilmiş  aforizmik uslübun mazur görülmesi gerektiğini  düşünüyoruz.)

1) Anlam metnin kendisinin dışında bir şey değildir. Metnin inşa süreci anlama içkindir zaten. Okuyucuyla karşı karşıya kalan metin kendi algılanışını çağırır, yaratır ve üretir. Anlam algılanışından ve onu algılayandan  bağımsız değildir.

2) Bir kişinin Kur’an ile olan diyaloğu anlamın kesinleştirilmemiş, her durumda yeniden üzerinde tefekkür edilmesi gereken,  nesnelliğe demir atmamış ama rölativist metin terörünü de gerektirmeyen bir perspektiften yeniden düşünülmelidir.

3) Anlamın kayganlığı  ve Lacan’ın deyişiyle kapiton noktası olmaksızlığı düşünceleri  bizi nesnelliğe ve yahut anlama asla ulaşamayacağımız bir kaos ortamına götüreceğini aklımızın bir kenarında tutarak Kur’an metnine yaklaşırken klasik özne nesne ikiliğinin kaybolduğu ve rasyonel olmaksızın anlama nüfüz edilebileceğini ve fakat burada anlamı yönlendirenin kutsallığı sebebiyle metin olduğunu idrak ederek anlamın kuşatma alanına girilebilir mi?

 

Son olarak  Faruk Beşer’in tarihselciliğin Batı menşeili bir yöntem olması hasebiyle yok olup gitmeye yazgılı olmaya mahkum olduğu eleştirisine katılmıyor ve şunu öneriyoruz:

Modernizmin paradoksal bir biçimde aşılarak (modernizmin aşılması modernist bir tutum değil midir?) postmodern yönelimlerin  hakimiyet kazandığı  bir dönemde Kur’an’ı okuma ve anlama noktasında çağdaş disiplinlerle, onların  hakimiyeti altına girmeden  ya da basit bir uyarlama olarak  gözükmeksizin karşılıklı diyaloğa sokulması ve yeniden düşünülmesi gerekir

 

 

Son Yazılar

Osman Çolak Yazar: