Şöyle bir durup etrafa bakınca, hayatı tribünlerden izlemeye başlayınca her şey o kadar netleşiyor ki. Her şey o kadar bulanık gelirken bir anda “cam gibi” oluyor. Hayatın bir tiyatro, bir sinema gibi olduğu, yeri geldiğinde bir savaş gibi olduğu… Bir nevi belgesel gibi. Kimi diğeriyle plan yapıyor, kimi karşısındakini ele geçirmeye çalışıyor, kimi yerini korumaya çalışıyor, kimi ötekini arkadan yakalıyor. Sanki hepsi bir senaryo ve herkes izlediğimiz bu filmin başrolü. Ama o oturduğunuz koltuktan tıpkı sinema izlerken itiraz edemediğiniz gibi hayata da itiraz edemiyorsunuz. Çünkü sesinizi duyuramıyorsunuz, yetersiz kalıyorsunuz ve onca haksızlığa, yozlaşmaya karşı sadece içiniz yanıyor. Ve yatağınıza girip uyuduğunuz zamanlarda gökyüzüne bakıp derin bir iç çekerek uyuyorsunuz.
Maalesef bu bahsettiğim “iyi” insanların her geçen gün birini daha kaybediyoruz. Her geçen an yozlaşmamız hızını arttırarak devam ediyor. Gittikçe daha tatminsiz, daha eleştirel, daha çıkarcı bir toplum oluyoruz. O birkaç iyi adamın sesi de daha cılızlaşıyor.
Aziz Nesin’in de dediği gibi ”Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızda böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip başımıza böyle zübükleri çıkarıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz. Bu zübükler her yerde var, biz zübükler nerede varsak, onlar da orada… ”
Hepimiz o kadar suçluyuz ki aslında. Sadece kendi evimizin önünü bile temizlesek ortada pislik kalmayacak ya aslında. Fakat uyuşmuş bedenlerimiz ve zihinlerimiz, damarlarımızda dolaşan vurdumduymazlık ve tembellik tıpkı morfin gibi uyutuyor bizleri. Şehitlerini, yaşanan büyük olayları, saldırıları iki gün sonra unutan bir toplum ne kadar birlik ve beraberlik içinde olabilir ki? Yahut “askerlikten nasıl kaçsam?” deyip dönünce de kahraman edasıyla atıp tutanlar? Vicdanımızın sesine o kadar duyarsızlaşmışız ki.
Kendi halkını bu kadar hor gören, bu kadar aşağılayan başka toplumlar olduğunu pek sanmıyorum. Bu kadar aşağılık kompleksine sahip olmamızın nedeni aslında Osmanlı’nın çöküş dönemine kadar gidiyor. O zamanlar bilim ve askeri konularda geriye düşmemizi hazmedemememiz yerini özentiliğe ya da farklı bir deyişle üstün gördüklerimizi taklitçiliğe bıraktı. Batı ne yapıyorsa mubahtır anlayışı ile hareket edince ve doğudan gelen değerlerimizle pek de uyuşmayınca masamızda “ortaya karışık bir salata” çıktı. Ne batılılar gibi halktan başlayıp dalga dalga yayılan devrimler yaptık ne de tepeden inme fikirlere tam adapte olabildik.
Belki de halkımız sorgulama yeteneğini “her şeyi eleştirip kötüleme” olarak algılamasaydı durum çok daha farklı olabilirdi. Ama içimize sinmiş aşağılık kompleksi maalesef bizi yedi bitirdi. Mesela, ne arabesk dinleyen kesimin metal müzik yapanlara, ne metal müzik dinleyenlerin pop müzik yapanlara tahammülü var. Ne ilginçtir ki çoğu da ithal akımlardır. Değerlerimize öcü gibi yaklaşıp onlara yüz çevirmemiz ve bazı batıl inançlarımız yüzünden bütün değerlerimizi elimizin tersiyle itmemiz bize pahalıya mal oldu.
İnsanların ikiyüzlülüğü günümüzde klavye delikanlılığı ile vücut buldu. Söylemleri ile eylemleri tutmayanlar bizlere elit olarak gösterildi. Marjinallik ile özgün olmak arasındaki ince ayrım görülemedi, farkında olunmadan yüceltildi. Ve ilgileri toplamak için yapılan her türlü şaklabanlık mubah görüldü.
Eskiden halkımız kendi saflığı ile dalga geçerdi. Şimdilerde halk zübükleştikçe kendi zübüklüğüne göndermeler yapmaya başladı. Sinemada, televizyonda, internette gördüğümüz o kadar alay vahiy ile gelemeyeceğine göre? Bu ruh halimiz her geçen nesil daha “sıra dışı” kuşakların doğmasına sebep oluyor ve toplumumuz bir kaç nesil sonunda baya bir “marjinalleşmiş” olacak.
Satrançta önemli olan bir sonraki hamleyi değil birkaç sonraki hamleyi görebilmek ve öncesinde önlemini alabilmektir. Fakat halkımız satrancı hala sıkıcı buluyor. Onu da geçtim oynayanlar “cehennemlik” dahi ilan edilmişlerdi de kıyamet kopmuştu geçtiğimiz günlerde.
Düşünmeye üşenen bir toplum olarak bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete, rahmetli Cem Karaca’nın da söylediği gibi. Haliyle kalıplar şeklinde sunulan fikirleri “düşünmeden” tüketiyoruz. Böyle yaşayan bir toplumu idare etmek de pek zor olmasa gerek.
Peki, bu kadar olumsuzluk arasında hiç mi “iyi insan” yok? Elbette var. Olacaktır da. Bırakın da 80 milyon arasında düşünmeyi keşfeden insanlar da olsun. Fakat bu insanlarımız tek tek bağırınca sesleri pek duyulmuyor yahut sesleri “kesiliyor”. Bazıları da düşünsel farklılıklardan girdiği çatışmalardan dolayı ülkenin gittiği uçurumu unutuyor. Hal böyle olunca “birkaç iyi insan” da öylece eriyip gidiyor. Aralarından bazıları hatırlanıyor bazen.
Hayat bir sinema filmi gibi demiştik yazının en başında. İşte bu filmi tam da çekilirken yakalayıp yönetmenini orada aramamız gerekli. Belki o zaman mutlu sonla biten bir filme imza atabiliriz. Bunun için ise her şeyden önce kendi evimizin önünü temiz tutmayı unutmamalıyız. Bazı aklı evveller gibi halı altına ya da yan komşuya süpürerek değil. Bir halk ne zaman azmi unutur da kolaycılığa kaçarsa işte o zaman bir sarhoşun ruh haline girer. Ayılması için sağlam bir tokat yemesi gerekir.
Uzun lafın kısası biz ne zaman gerçek anlamda sorgulayabilmeyi ve kukla olmamayı öğrenirsek o zaman başımızda “birkaç iyi adam” görebiliriz. Ve biz ne zaman içgüdülerimizle değil de aklın ve duyguların harmonisiyle hareket edersek işte o zaman özgür bir toplum oluruz. Sevgilerimle.