Düğün için İstanbul’dayım. Fırsat bu fırsat gelmişken o kadar gezmemek olmaz. Eminönü çarşısı, camiler, balıkçılar, deniz, vapur.. İstanbul’a ilk kez gelmiş olmanın heyecanıyla hayranlıkla basıyorum yürüdüğüm her taşın üzerine. O kadar ki fotoğraf çekmeyi erteliyorum. Mutluyuz. Gün geçiyor, akşam oluyor, yemek yeniliyor, akrabalarla sohbetler, gülüşmeler, kahkahalar derken gün bitiyor eve geliyoruz. Saat 10:30. Hala mutluyuz. Evde neşeli bir kalabalık; yıllardır giderilememiş özlemlerin acısı adeta. Ve biz hala mutluyuz. Saat 11:15. Telefon çalıyor.
–Alo. -Abla orda durumlar nasıl? –Nasıl yani durumlar nasıl? –Ortalık karıştı abla haberin yok mu? Televizyonu aç. -Nasıl karıştı, ne oldu, kötü bir şey mi? –Darbe oldu diyorlar abla. –Darbe mi?
Saat gece yarısını çoktan geçti. Korkuyoruz. Hepimiz televizyonun karşısında korkuyla bekliyoruz. Gözlerimizdeki korkuyu tarif edebilecek hiçbir kelime bilmiyorum. Tepemizden geçen her helikopter sesinde televizyonda gördüğüm savaş sahnelerinin gözümün önüne gelişiyle korkularımız katmerleniyor. Silah sesleri o kadar yakın ki, “Sakın balkona çıkmayın size değebilir.” diye ikaz etme gereği duyuyor annelerimiz. Selalar yükseliyor. Dua ediyoruz. Hala korkuyoruz. Sabah ezanına doğru bir bomba sesiyle sıçrıyorum oturduğum koltuktan. O sırada dışarıda olan babam geliyor gözümün önüne. Ardından o korkunç ihtimal: “Acaba babama bir şey oldu mu?” Balkona koşuyorum. Bekliyoruz; gözyaşlarım ve ben. Babamı görüyorum. “Oh! çok şükür.” Gözlerinin önünde tankların altında ezilen arabaları anlatıyor babalarımız. Çok geçmeden televizyondan izliyoruz; tankların altında ezilen masum canları.
İşte benim gözümden darbe ya da adı her neyse o korkunç gün böyle geçip gitmişti. Üzerinden henüz bir hafta bile geçmedi. Korkularımız ve acılarımız da geçmedi. Bize, ülkemize, vatanımıza, milletimize böylesine korkunç bir günü yaşatanlar elbette bu yaptıklarının hesabını verecek, vermelidir. Böylesine bir olaya oyun diyenleri her ne kadar anlayamasam da, oyun bile olsa muhalefet olmak yerine birlik olunması gereken şu günlerde ayrımcılık yapıp ortalığı karıştıranların da en az bu zulme sebep olanlar kadar suçlu olduklarını düşünüyorum. Yüzlerce vatandaşımız şehit oldu. Ailelerin dağıldığı, ülkenin mahvolup adeta kana bulandığı şu günlerde çalgılı çengili düğün yapıp üzerine bir de göbek atanları da anlayamıyorum. Dedim ya İstanbul’a düğün için geldik. Düğün tarihi, darbenin hemen ertesi günü. Tabi düğün tarihleri çok önceden belirlenip, salonlar tutulup, uzaktan misafirler geliyor ve tonlarca masraf yapılıyor. Bu yüzden iptal etmek güçleşiyor, düğün yapmak mecburiyetinde kalınıyor, eyvallah, anlayışla karşılarım. Hadi düğün yapıldı, cenaze gibi düğün olmaz bir kaç kere çalınıp, oynandı. Hadi ona da eyvallah. Ama kendini kaybedercesine çalıp oynamak, gece yarılarına kadar eğlenmek nedir Allah aşkına? Dışarıda ülke kan ağlarken, içeride bir takım insan evlatları göbek atıyor. Ya çok olmadı daha dün ağlıyorduk şehitlerimiz için, ülkemiz için. Nasıl geliyor içinizden oynamak? Bu nasıl kardeşinin derdiyle dertlenmektir? Nerede samimiyetimiz? Düğün salonu adını verdiğimiz o şatafatlı dört duvar arasına girdiğimiz için mi böylesine duyarsızlaştık? Oturmuşum bir köşede sessizce bunları düşünüyorum. Ağlamak geliyor içimden, “ne yapıyorsunuz siz?” diye bağırmak istiyorum. Susuyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Zorla konuşturulan spiker, basılan binalar, şehit olanlar, sokağa dökülenler, tanklar, tüfekler geliyor gözümün önüne. Surat astığımı gören annem “ne yapsınlar? bu da bir cenaze” diye çıkışıyor bana. Acaba abartıyor muyum diye kendimden şüphe ediyorum. Ama ortada bir cenaze havası sezemiyorum. Bakıyorum herkes her zamanki gibi kendi penceresinden ötesini göremiyor. Ne söylenir ki artık? Ne söylemeliyim ki? Neden söylemeliyim ki? O kadar anlatamıyorum ki susmak bir mecburiyet. Ama susmak bazen o kadar nefes aldırmıyor ki ölecek gibi oluyorum. Konuşamadığım her harf adına üzgünüm. Şehit olan vatan evlatları adına da üzgünüm. Acı çeken aileler adına da üzgünüm. Ülkem adına da üzgünüm. Ve kaybolan samimiyetimize de üzgünüm.