Halk arasındaki ile tabiri ile “okumuş adam, okumuş kadın” olarak nitelenen eğitimli bireylere, yine halk kesimlerinin bakışlarından bahsetmek istiyorum. Bu amaç ile birçok kesimin bakış açılarına değinmeye çalıştığımı ifade etmek isterim. Yazıyı kaleme alırken, kadınlara farklı bir parantez açmayı gerekli bulduğumu dile getirmekte fayda görüyorum.
Ülkemiz, gerek coğrafi konumu, gerek medeniyet durumu dolayısıyla kıtalar arasında yer alıyor. Bir tarafı Avrupa ve batılı ülkeler, bir tarafı Orta Doğu ve doğulu ülkeler. Bizler, sadece bu ülkelerin coğrafi konumlarının değil, bu ülkelerin kültürlerinin de tam ortasında bir sentez ülkeyiz. Bizim milletimiz de tıpkı coğrafi komşuluğundaki ülkeler gibi. Halkımızın “okumuş adam, okumuş kadın” olarak nitelediği kendi bireylerine nasıl baktığına aile ve halk kesimleri nazarıyla göz atalım.
Birçok anne, baba çocuğunun eğitimli bireyler olmasını ister. Ama gelin görün ki işler gerçekten o kadar tozpembe değil. Bir kesim var ki kendi çocukları arasında hemen cinsiyet ayrım mekanizmalarını çalıştırmaya başlıyor. Kız çocuğu okumaz. Kız çocuğu okumamalıdır. Çünkü onlara göre kız çocuğu okursa “kötü kadın” olur. Bu cahil bakış, bu kirli nazar okumuş kızı, okumuş kadını “kötü kadın” olarak görüyor. Yalnız bu aile, kadın fertleri hastalandığında kadın doktor, kadın hemşire, kadın sağlık memuru istiyor. Bu adi ikilem hiç sorgulanmaksızın aşılmaz bir tabu olarak, kendini bir kısır döngü şeklinde devam ettiriyor.
Bir kesim de var ki kız evladın okumasını erkek evladın okumasından daha önemli görmektedir. Çünkü onlara göre kız çocuk ileride anne olacaktır ve anne öğrenirse çocuklarına da öğretecektir. Kız çocuğu, okumalıdır, öğrenmelidir. Yarının anneleri bugün öğrenmeli ki hem evini daha bilinçli yönetsin hem de daha bilinçli ve donanımlı bireyler yetiştirsin. Bu kesim için erkek evlat elbette ki önemsiz diyemeyiz. Bu asil bakış hiçbir bireyi önemsiz görmez sadece önem arzı bakımından dile getirmek istedim.
Oğlan çocuklarını okutmayı her kesim istisnasız ister. Ancak okumuş bir erkek bireye de farklı bakışlar söz konusudur. Bence, okumak dünyadaki en soylu davranışlardan biridir. Kimi insanlar “okumuş adama” saygı duyar, hayranlık besler. Kimileri de var ki “okumuş adamı” küçük görerek farkında olduğu kendi cehaletini kapatmaya çalışır. Şöyle derler: “Atandı mı, atanamadı mı? Referansı yok ki okusa ne, okumasa ne? Okudu da ne oldu?” gibi cahil ve kurnaz cümleler ile okumuş bireyi kendi sefil seviyelerine çekmeye çalışırlar. Yine aynı kişiler, iki gün sonra bir yeri ağrısa hangi bölümdeki doktora gitmesi gerektiğini soracak kadar da yüzsüz kişilerdir.
Bir diğer grup halk kesimi de “okumuş adamdan” Tanrıdan korkar gibi korkar. Onlara göre “okumuş adam” bir yolunu bulup onun başına bir çorap örecek olan uzman bir suikastçıdır. Onlara göre “okumuş adam” ile uğraşılmaması gereklidir.
Bir kesim de var ki o kesim gerçekçidir. Şunu bilir ki okumak ne bir sertifikadır, ne de varılacak bir hedeftir. Okumak bir yere varmak değil yolda olmaktır. Okumak demek bir kağıt parçasını belgelemek değildir. Okumak, kadın ya da erkek cinsiyete mahsus bir husus da değildir. Okumuş birey ne bir korku ögesidir, ne uzman bir suikastçı, ne boşa kürek çeken şahıstır.
Tıpkı ülkemizin coğrafi sınırı gibi halkımızın bir kesimi Orta Doğu Arap zihniyeti, bir kesimi Avrupa Batı zihniyetidir, bir kesimi de bu iki kutbun tam ortasında sentez bir mahiyettedir. Kozmopolit bir ülkemiz var. Bir yanı şarktır, bir yanı garp. Bir milleti, coğrafi sınırlarının olduğu ülkelerin kültürlerinden ayrı düşünemeyiz.