Deha nedir? Bir insan dahi olarak mı doğar yoksa tutkusu, azmi ve çabası mı onu dahi yapar? Her insan aynı potansiyelde doğar da şartlar mı onun dahi olmasını sağlar? Deha bir öz iken tesadüfler mi bir dahiyi ressam, şair veya mucit yapar? Geçen gün Van Gogh’un biyografisinin yer aldığı ve Irving Stone’nun yazdığı “Aşk Humması” ismindeki romanı bitirdiğimde, bu soruları kendime sormadan edemedim.
Bazı insanları diğer insanlardan “farklı” kılan dehanın varlığı üzerine uzun uzun düşündüm. Deha tanrı gibiydi. Varlığı ve yokluğu ile ilgili savlar ortaya atılmaya müsaitti. Adeta varla yok arasında bir şeydi. Bazen yoktan var oluyor, bazen apaçık ortadayken sönüp gidiyordu. Son kararım ise şöyleydi: Deha diye bir şey yoktur. Deha dediğimiz şeyin büyük parçası azim ve çalışmak, geri kalanı ise inanç ve tutkuydu.
Kitap sayesinde hayatındaki birçok ayrıntı hakkında bilgi sahibi olmama rağmen neden intihar ettiği konusuna takılıp kaldım. Aslında çok ilginç noktalar vardı o “farklı” adamın hayatında. Sürekli bir arayış içinde olması, yıllarca ve sanatın içinde geçen hayatının büyük bölümünde resim yeteneğinden bihaber olması, kendini dine adadığı maden işçilerinin yaşadığı köydeki hayatı, hayatına giren kadınlar, kardeşi Teo ile ilişkisi… Fakat nedense dediğim gibi ben onun neden ölmek istediğini merak ediyordum. Sanki bu soruya cevap bulduğumda zaten diğer noktalardaki gizemlerde çözülecekti.
Kendimi bir an Van Gogh’un yerine koydum. Gözlerimi kapatıp hayale daldım. Tek tük ağaçların çıkıntılar oluşturduğu sarı bir düzlük… Bu düzlüğe sarı rengini veren kurumuş ekinlerden oluşan bir tarlada, sırtımda şovale, elimde boya kutusu, dizlerime kadar uzanan ekinleri ezerek ilerliyorum. Öğle saatleri… Güneş tepemde bir elektrikli ısıtıcı gibi alnımı ve yüzümü yakıyor. Gözlerimi kısarak, gölge damlaları arasından kendime bir manzara arıyorum. Yüreğimde gerçekleşmemiş arzuların yükü, ruhumda yapmak istediklerime yetişemeyen bir acizlik, kendime sıradan bir köşe arıyorum.
Öyle bir üretme, öyle bir yaratma isteği var ki içimde, kendimi yeryüzüne sürülmüş mitolojik bir tanrı gibi hissediyorum. Bedenim ve zihnim yetersiz geliyor, ellerim aciz kalıyor içimden taşan duygu karşısında. Adeta yeryüzü de bu sıkıntıyı yaşıyor. Bastığım toprakta bile bunu hissediyorum. Bu sebeple kendimi herkesten “farklı” görüyorum. Herkesten ayrıyım. Bu yüzden bir yalnızlık, bir gurbet çilesindeyim hep. Baktığım her yerde fırça darbeleri görüyorum. Her kıvrımdan bin bir renk taşıyor. Diğer yandan onları gördüğüm gibi tuale aktaramamanın dayanılmaz çaresizliği beni eziyor. Hep daha iyisi var içimde. Hep daha iyisini yapabileceğime olan inanç… Bu yüzden kendimi sevdiğim ve takdir ettiğim belki de beğendiğim kadar kendime kızarım da, küçümserim ve uzaklaşırım kendimden.
Bir resim izlendikçe ve duvara asılmaya layık görüldüğünde ruhunu bulur. Bir şarkı dinlenip ağızdan ağıza, enstrümandan enstrümana ulaştıkça var olur. Bir kitap okundukça, raflarda yer aldıkça anlamını tamamlar. Beğenilmemek veya beğenilmediğini düşünmek kötü bir durumdur. Ama insan “Napalım Allah böyle yaratmış” der, geçer. Ama bir insanın eserlerinin beğenilmemesi, ilgi görmemesi işte acı olan budur. Beklenilen öyle birkaç beğeni veya iltifat değildir. Sanatçı hep göz önünde olmak ister, o içine sığmayan tutku görülsün bilinsin ister. O “fark” hep ön planda olsun, o yıllarını verdiği, göz nuru döktüğü eserinin hakkının verilmesini ister.
Yoksa hayata yüktür sanatçı. Hayatın olağan akışını bozmanın cezasını çekmeye mahkûmdur. Hayatın görülmeyen yüzlerini ortaya çıkardığı, dünyayı ayrıntılara boğduğu ve gerçekleri saptırdığı için suçludur. Bunu iliklerine kadar hisseder. Mahkûmdur o. Toplumun bir köşeye ittiği, anlaşılmama duvarlarına hapsettiği, ilgisizlikle işkence edilen bir mahkûm. Biraz kader mahkûmudur, aslında. Her ne kadar deha emeğin ve tutkunun bir ürünü olsa da, bazen şartlar daha az bir dehayla insanı daha çok başarılı kılarken, daha fazla dehayla insanın silinip gitmesini sağlayabilir. Bilinen ve bilinmeyen tarih bunun örnekleriyle doludur. Yani az çok talihin de olması gerekir bu konuda.
Sonunda sıradan bir köşe buldum. Ben sıradanlığın muhteşemliğinin peşindeyim. “Sıradanı muhteşem yapan nedir?” derseniz, “Benim.” derim. Benim bakışım, benim hayallerim, benim felsefem, benim inancım kısacası benim dünyam. Sonra hayatı tualimde yoğurdukça renkler birer filozof oluyor ve etrafımda dönüyor. Hayatın acı, tatlı her yönünü görüyorum. Afrikalı bir çocuğun hastalıktan şişmiş karnından geçiyor fırçam, sonra bir Eskimo klübesini renklendiriyorum, oradan Paris sokaklarındaki bir dilencinin yüzüne dokunuyor, sonra da bir Anadolu köyündeki yalnız çobanın abasına… Adeta doğa kıvamına geliyor bense kollarımı sıvıyorum.
Bunca çaba, bunca derinleşme, bunca duygu tüketiyor isteklerimi, arzularımı ve yaşamaya dair tutkularımı. Adeta yandıkça azalan bir mum gibiyim. Sanatıma verdiğim kendimden, günlük yaşama verecek çok bir şey kalmıyor. Sanatımda ustalaşırken, hayata karşı daha acemi, daha tutarsız ve daha zayıf oluyorum. Kırılganlaşıyor, asabileşiyor ve hayatı küçümsüyorum. Yaşamak bile sanatımdan çalınmış hain zamanlar gibi geliyor. İşte böyleyken yaşamak ne ifade edebilir? Ki başarılı olsan bile bu süreç çok da farklı işlemez. Hiç sahip olmamanın yıkılmışlığı ile her şeye sahip olmanın yıkılmışlığı aynıdır. Birinde sahip olmak istediklerinin ızdırabı, diğerinde ise sahip olmak istemenin yaşama kattığı anlamı yitirmenin ızdırabı vardır.
Bu duygular içerisindeyken ve cebimde bir tabanca varsa, yalnızsam, güneş tepemde bir kirpi gibi üzerime yakıcı ışınlarını fırlatıyorsa, gücümü ve çabamı son sınırlarına kadar zorlamışsam, esnaf sanatçılar gibi sanatımı pazarlamak gibi beceriden yoksun olduğumdan artık eserlerimin beğenilme ihtimalini sıfır olarak görüyorsam, bu çağın insanı olmadığımı düşünüyorsam; ayçiçeklerine, uysal sarı tarlalara, yıldızlı gecelere rağmen o tetiği çekerdim. Ama böyle dediğime bakmayın, o an kimin ne yapacağını yalnız Allah bilir.
Eğer deha diye bir şey varsa, Van Gogh bunu zirvede yaşadı. Çağını aşan ve belki de geleceği yönlendiren sanat tarzıyla bugünün insanı için değil kendisi için sanat yaptı. Buna rağmen anlaşılmak ve taltif edilmek istedi. Bu yaman çelişki arasında hiç haberi olmayacağı bir üne doğru gözlerini yumdu.