İnsan ancak ailesinden birini ya da gerçekten sevdiği bir insanı kaybettiğinde anlıyor hayatın değerini ve sonsuz olmadığını. Yakınımızdaki insanlar ne kadar uzun ve dolu dolu yaşamış olurlarsa olsunlar, ölümü konduramıyoruz bir türlü onlara; varlıkları hiç eksilmesin istiyoruz hayatımızdan. Cahit Sıtkı Tarancı 1936’da yazdığı bir şiirinde çok güzel anlatır bu duyguyu:
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
– Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden.
Şair Cahit Sıtkı Tarancı’yı daha çok Otuzbeş Yaş şiiriyle biliriz aslında; o da hayata ve ölüme dair, kasvetli, ama çok güzel bir şiirdir. “Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder” diye başlar; gerçi artık kendine iyi bakan, sağlıklı yaşayanlar için yolun yarısı pekala kırkbeş, hatta elli yaş da olabiliyor. Birkaç gün önce yitirdiğimiz yazar Vedat Turkali, yine geçenlerde aramızdan ayrılan tarihçi Halil İnalçık birer asırı devirdiler mesela bu dünyadan göçmeden. Cahit Sıtkı’dan sözetmişken, onun yine ölümü, ama eğlenceli bir dille anlattığı Dalgın Ölü şiirini anmadan geçmek olmaz:
Dün güzel bir kadın geçti
Kabrimin yakınından
Doya doya seyrettim
Gün hazinesi bacaklarını
Gecemi altüst eden
Söylesem inanmazsınız
Kalkıp verecek oldum
Düşürünce mendilini
Öldüğümü unutmuşum
Hayata veda edenlerin arkasından söylediğimiz sözler biraz da kendimizi teselli etmek, üzüntümüzü hafifletmek için söylenmiş sözlerdir aslında. “Nur içinde yatsın” deriz örneğin; bunu derken kaybettiğimiz kişinin bedeni karanlık bir kabirde yokolurken ruhu aydınlıkta ve huzur içinde olsun demek isteriz. Rahmetli anneannem hayatta iken “o karanlık yere nasıl girerim ben; en iyisi siz benim mezarıma bir lamba koyun” diye takılırdi bize.
Son dönemde bir de “ışıklar içinde uyusun” denir oldu ölenlerin arkasından. Kim neyi, nasıl söylemek istiyorsa söylesin elbet. Takıldığım nokta, “ışıklar içinde uyusun” sözünün sanki alternatif bir söylem, bir modernlik, demokratlık göstergesi gibi algılanır olması. Pek dindar olmayan, biraz da solcu ya da liberal kimliğiyle falan tanınan insanlar ölenlerin arkasından “nur içinde yatsın” deyince modası geçmis, hatta gerici bir dil kullanmış olacaklarını falan düşünüp, o yüzden mi öyle söylüyorlar acaba, nedir? Oysa, iki sözün de anlamı aynı. Gerçi “nur” sözcüğü ışıktan biraz daha fazlasını ifade ediyor, ama neticede söylenmek istenen aynı şey. Sandalye denince modern, demokrat olunuyor da, iskemle denince gerici olunuyor sanki.
Dünya görüşlerimizin ya da siyasal bakışımızın dilimize, kullandığımız sözcüklere yansıması doğal ve bu yeni bir durum değil elbet. “Olanak” diyenlerin solcu, “imkan” diyenlerin sağcı sayıldığı, TRT’de sözcüklere resmi yasakların getirildiği devirleri de yaşadık bu ükede. Dilimizin sadeleşmesi, kendi köklerinden gelen ve doğru kullanılan yeni sözcüklerle zenginleşmesi çok güzel kuşkusuz. Kimse “uluslararası” yerine Merhum Demirel’in pek sevdiği “beynelmilel” sözcüğünü kullanalım demiyor. Ama sözcük seçmini bir zorlamayla birşeylerin göstergesi olarak kullanmak, “anı” derken “hatıra”yı, “olasılık” derken “ihtimal”i yok saymak ne kadar doğru? Bilen bilir, şair Can Yücel, Hamlet çevisinde kahramanın meşhur “to be or not to be” sözünü “olmak ya da olmamak” şeklinde değil, bilinen bir şarkının sözlerine atfen “bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” diye çevirmiş, eleştirenlere de “bu laf Türkçe’de böyle söylenir kardeşim” demişti.
Yanılmıyorsam Freud söylemiş: “Bir pipo bazen sadece bir pipodur”. Yani, kullandığımız sözcüklere öyle taşımayacakları ağırlıkta yükler, misyonlar yüklemeyelim; hiç zorlamadan içimizden geldiği gibi, içimizden gelen sözcüklerle konuşalım; hem malum, “aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz”.
Görsel: http://plant.ngmnexpo.com/cliparts/2015/03/1160511.jpg