Aynaya yaklaşarak kulak kabartıyorum sözlerime; çünkü dil düşünce ağızdan kelimeler kaçacak delik arar kuytu mekânlarda. İz bilmeyenlerin bulamayacağı o izbe kuytulara yelken açıyorum. Sonra yönümü değiştiriyor ve raylardan rıhtıma doğru akıyorum. Dedim ve birkaç körpe adım atarak konusu ve kime atılacağı belli olan masum bir mailin bizi götüreceği yeri eşeliyoruz. Hakikat buysa şayet kabahat de orada yatar. Daha önce göz bebeklerimiz doğrudan birbirine değmemişti, ta ki bir dolunay gecesi o mezkur maili gönderene dek. -Dikkat bundan sonraki yazılanlara az buçuk mübalağa sanatı serpilecektir.-
Henüz açılışı yapılmamış arsız mekân’dayım. Bu yazının yazılmasına vesile olan da bu küçük detay galiba. İlk kez bu mekânda karşılaştık ekibin bir bölümüyle. Geri kalanıyla elbet gün. Mezuniyet oyunları Faust’u saymazsak eğer. Az gittik uz gittik pandemiden düz gittik derken bir baktık ki Arsız Kumpanya kapılarını açıyor tiyatro seyircisine. Bu saatten sonra yerimiz belli, buradayız, onlarlayız ve birlikteyiz. Hey hat, nasıl da mağrur cümleler kuruyorum öyle!.. Biraz sakinlik fena olmaz. Bir mailin bizi getirdiği yere bak hele. En iyisi meseleye doğrudan giriş yapalım. Yukarıda bahsettiğim Arsız Kumpanya, Berkun Oya’nın kaleminden çıkan ve Tuğra Can Bıçak’ın yönettiği Hoop Gitti Kafa oyunuyla ilk defa kendi sahnelerinde çıktılar seyircinin karşısına. Bunun heyecanı da eklendiğinden sunulan iş daha da değer kazanıyor.
Bu oyunda modern çağa uygun iki kafadar arkadaşın kafasının içindeyiz. İki karaktere hayat veren ise Cihan Durmaz ve Mekin Sezer’dir. Arsız deyimle: ‘’İki adam, iki kafa, birinin kafası burada, öbürünün hoop gitti kafa’’
Bu iki arkadaşın kafası hepimizin yakinen tanıdığı ama ulaşamadığı kafalar. Kâh orada. Kâh burada. Daha fenası şıngır mıngır. Kafalarının içi zıt düşüncelere sahip olsa da onları bir arada tutan güçlü bağ bizim de boynumuza dolanıyor. Biz kaba haliyle buna sevgi diyoruz. Sevginin kabası da olur zira. İçimizden söküp atamadığımız bu duygu bizi her defasında karşı karşıya getirmeyi başarıyor nihayetinde. Hayat bu ya, hiç istemeyeceğin bir gerçeklikle de yüzleştirmeyi eksik etmiyor. Tam burada ne ve nasıl yapacağın sorusu devreye giriyor. Anlatılan ne peki? Arkadaşının babası ölmüş ve meşum haberi vermek için de görev sana düşüyor. Bu nasıl bir hayat be mübarek. Dürüstçe söyleyelim, kezzap aısından hallice olsa da daha çok tahrik edici bir gülünçlüğü barındırıyor içinde. Biz en iyisi ironi diyelim, daha kabul edilir bir kelime çünkü. Ama kimimiz trajikomik, kimimiz bu kadarı da olmaz da diyebiliriz. Bizi bu girdaptan kurtaracağını düşündüğümüz Antik Yunan’a biz göz atalım isterseniz: “İnsan için en iyisi hiç doğmamış olmak. İkinci en iyi şey ise hemen ölmek”. (Arıcı, Oğuz, Antik Yunan Tragedyası’nın Metafiziği, Cogito – “Tragedya” Özel Sayısı – Sayı: 54 / Bahar 2008 Sayfa 1 / 8)
Dionysos’un bilge satirlerinden Silenos ile Kral Midas arasında geçen o meşhur konuşmasından alıntıladığımız bu söz, aslında bu iki arkadaşın içine düştükleri durumu çok iyi açıklıyor. Bu hikâyenin trajik tarafına pek ısınmasak da komik yanı bizi ikna etmeyi başarıyor. Buna karşın oyunda hafif, ufacık bir dengesizlik seziliyor, tam onu çözüme kavuşturuyoruz derken finale varıyoruz. Böyle talihsizlikler olabiliyor ne yazık ki. Tartışmaya açık bir bakış açısı bizimkisi ama, bunda bir anlaşalım. Tek perdelik sahnelenen oyun sadece kırk beş dakika sürüyor ne de olsa. Her şeyin çok hızlı olduğu bu baldırı çıplak çağda gayet anlaşılabilir bir durum. Hele ki üç saat izlenen oyunlardan sonra, kafaya ilaç gibi geliyor. Kafası güzel olan yolları da aşar gider. Kafası bozuk olana uykular da haram gelir.
Burada hareketli müzik. Kafalarda da dertli dünyaların keşmekeşi. Hoop. Dağınık odalarda çarşafın ne işi var?
Sahnenin her yerini dolduran elektro müziğin azgın notalarıyla başlıyor oyun. Hiçbir sesin duyulamayacağı kadar yüksek bir tonda hem de. İtalyan sahnenin duvarlarına çarparak geri gelen notalar, kulağımızın içinde biriken pası silip geçiyor adeta. Hem diskolarda zaman kaybetmenize de gerek kalmıyor, bu hizmeti de karşılıyorlar çünkü. Dedik ya arsızlık tavana kadar. Hoop bir daha inip kalkıyor yürekleriniz. Ayakların yere basmasına kafalar mani değil nasılsa. Bu ritmin ahengine hangi beden dayanabilir ki arsız bedenlerden başka?
Tek başına evdesin ve çat kapı arkadaşın geliyor ve kafan yerinde yok. Hayda olacak şey mi? Ara ki bulasın yerinde. Küçük bir kaos etrafta kol geziyor. Duygularının damarları yerinden oynamışçasına hiçbir şeyi duymuyor kulakların ve ordasın hâlâ. Ya da olmak zorundasın. Arkadaşlık bunu gerektirir belki de. Hadi bunu itiraf edelim, seyirci olarak biz nerede yer alıyoruz? Biz bunu düşünürken, can alıcı cümleyi bırakalım buraya:
‘Baban öldü’’
En dokunaklı yer burası. Yara deşilmemeli. Bu yüzden biz öyle demeyelim. Dememek gerekir. Gitti, göçtü ya da hasta diyelim en iyisi. Ortama uygun cümleyi gerçekten arıyor muyuz? Olan ne varsa o dar alanda çözülmeyi bekliyor sadece. Sonunda ikna ediliyor arkadaş ve götürülüyor cenazeye, peki ya sonra? Her şey bitti mi? Belki bu yüzden oyunun süresi kısa. Ama sahne dışında devam ediyor. Parçalarını tamamlamak için orada bulunmuyor muyuz zaten? Yazarın kapıyı aralık bırakması ve yönetmenin bu kapıdan bizi içeriye sokmasından ne anlayabiliriz ki başka? Kapı demişken, oyunda bizi meşgul eden en önemli gösterge kapılardı. Bu göstergeyi bir alıntıyla destekleyelim:
‘’Göstergebilimsel açıdan kapı imgesi, dilsel ve dildışı görsel gösterge olarak ele alınabilir. Sanatta, doğrudan kendi nesnel varlığıyla resimsel yüzey oluşturan ya da çeşitli izdüşümlere olanak sağlamasıyla tercih edilen kapı imgesi, herkes için aynı şeyi simgelemez.’’ Daha fazla detay için bkz: (Serpil AKDAĞLI, Fevziye EYİGÖR PELİKOĞLU, İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ İnönü University Journal of Culture and Art Cilt/Vol. 4 Sayı/No. 2 (2018): 75-85)
Her kafadan bir ses çıkmasının kime ne zararı olabilir ki? Babalar ve oğullar. Çok fazla tanıdık gelmedi mi size de? Baba-oğul hikâyelerine emin olun hepimiz fazlasıyla doyduk. Yaralarımızı sarmaya kalkmayalım, biz de belalıyız icabında. Gerçek bizim bildiğimizden apayrı olsa da baba büyük mesele. Freud bu konuda şöyle der. Kusura bakmayın ama elbette böyle bir şeye girişmeyeceğim. Yeterince kompleksimiz var; ama gene bize hatırladıklarının üzerinde düşünme payı bırakarak kaldığımız yerden devam ediyoruz coşmaya.
Karakterlerin performansı yer yer pürüzler çıkarır gibi olsa da oyunun ritmi buna izin vermiyor. En çok da sahne tasarımı. Fosforlu şerit bantlarla oluşturulan mekân tasarımı, karakterlerin içindeki çığlığı çok iyi yansıttığını söylemek gerekir. Ancak bu janjanlı tasarımı son ana kadar saklı tutmalarının altında yatan nedeni anlayamadığımı belirtmek isterim. Maksadımı aşmadan, müzik ve dansla verilseydi oyundaki adrenali daha diri tutardı sanki. Dışarıdan bir göz olarak yanılma payımı saklı tutuyorum. Şöyle bir gerçeği de göz ardı etmeyelim şimdi. Arsız Kumpanya’nın başının altıdan çıkan bu tasarım gerçekten nadide bir alkışı hakkediyor. Bu türeden işler aşksız asla olmaz. Karanlığın içindeki bu renkli bantlar yanılsamayı da üstleniyor bir bakıma. Her ne kadar oyunun sonunda bu büyülü dünyaya ortak olmanıza müsaade etseler de durum değişmiyor. Zira dekora dokunabiliyor, inceleyebiliyorsunuz, böyle bir alanı da size açıyorlar hani. Dekorun ulviliği burada rötara uğruyor. Bienalde sergilenen bir performans gibi adeta. Hatta bu sefer bir adım ileriye gidelim, çağdaş bir performansa da göz kırpıyorlar. Şunu da eklemeden geçemeyeceğiz, alternatif tiyatrolarda bu türden tasarımlara fazla rastlamadığımızı söylemek zorundayız. Dolayısıyla böyle bir çıkarımı da yapabiliyoruz. Daha sonraki oyunlarda takipte olmaya gayret edeceğiz. Son olarak, oyunun perde arkasında görünenden daha fazla bir emek olduğu ortada. Anlatamadıklarımızın daha fazlasına şahit olmak için de oyunu görmeniz gerekebilir. Oyun günleri ve saatine nereden bakacağınızı siz daha iyi bilirsiniz kıymetli arsız sevdalıları. Çünkü Arsızlar da sevebilir. Ve unutmayın ki sizi ancak arsız biri doğru anlayabilir.