‘’Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’’
Kaybolsak da bilirdik her sokağın denize çıktığını, onu göremesek de. Gene de şaşırmadık denizi görünce. Sonra kalabalıklar. Çıplak ayaklar. Asık suratlar. Hipermetrop gözler ve uzun gölgeler. Birbirimize çarpa çarpa ilerlerdik O denli sevdik ki bu şehri ne çeksek bize müstahaktır. İstanbul’da yaşayıp arabesk dinlememek olmazdı tabi. Yıllar ve aylar sonra günleri kovaladı. Köprüden geçti gelinler. Geride ne kaldıysa onunla yetinip öylece kalakaldık bahtımızla. Bundan işte bir sabah o yorgun düşlerden kalkarken yazdıklarımıza, yaşadıklarımıza ve çektiklerimize müthiş bir arabesk ve nostaljinin saplandığını fark ettik. Nedeni belliydi, geçmişte yapamadıklarımızda kalmıştı aklımız. Sözcükler ağzımızdan fışkırıyordu fışkırmasına da düşlerimiz masallardan içeri bile alınmıyordu. Yoksa böyle bir yer yoktu da biz mi inandık öyle olduğuna? O iş öyle sandığımız gibi değilmiş meğer. Aslında hiçbir şey sanıldığı gibi değildir. Hakikat hep başkadır çünkü. Sular yatağını bulmaya çoktan çıkmıştı. Köprü birken iki oldu. İkiyken üç oldu. Üç yeter mi bilinmez. Altına raylar döşendi boğazın. Gürültüler. Tarihler. İskeletler. Dördüncü padişahlar. Tamahkâr müteahhitler. Depremler. Bir boran gibi vurdu geçtiler sahilleri. Eskilerin ayağı takılıp düştü. Yenileri yapıldı. Gökyüzü, maviden çok kum ve paslı demir kokuyordu artık. Değişen dünya bir daha değişiyordu.
Bu anlatı boşuna sarf edilmedi. Burada dokunmak istediğimiz kendi kişisel tarihimizden çok geçmişimiz. Bize bu uzun girizgâhı yazdıran ‘’Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’’ oyunudur. İyi de oldu. Geçmişin kuyruğundan tutup kendimize çektik biraz. İBB Şehir Tiyatroları’nın repertuarındaki yeni oyununu Sultan Gazi’deki Hoca Ahmet Yesevi Sahnesi’nde izleyebildik. Oyun, bir ailenin içindeki üç kadının ( anne, kız ve büyük anne) ağzından katmanlı bir şekilde anlatılıyor. Oyun, cevapları zor olan üç soruyla başlıyor. Belki de zor olan sorulardır. Bu sorular aynı zamanda oyunun çerçevesini oluşturur. İlk soru da şuydu:
‘’Hiç bu kadar deniz olup da bu kadar az yosun kokusu alan başka bir şehir daha var mı acaba?’’
Yer yer güldürerek, zaman zaman daha da güldürerek. Seyircinin yüzünde kırık bir gülümseme işlemeyi de ihmal etmediler. Tam burada annemizin bizi eksik anladığı, babamızın bizi çok erken bıraktığı, sokak köpeklerinin havlamalarından neden korktuğumuza kadar gitti hafızamız. Kısaca toplumsal belleğimizi yoklayan bir oyundan bahsediyoruz. Belleğimizin bizi sürüklediği yer biraz da ‘nostalji’dir. Daha oyunun başında çalınan şarkıdan hangi trene bineceğimiz anlaşılıyordu aslında. Bu arada gerçekten nostalji meşum bir şey mi onu sormak gerekir?
Üç kadının işaret ettikleri geçmiş bugünden daha iyi olduğundan değildir. En azından öyle düşünüyoruz; çünkü bize aktarılan o geçmiş daha kolay anlaşılabildiği ve daha bilindik olduğundan bugünün gürültüsünden bunalan biz seyirciler için de bir sığınağa dönüştü, bir bakıma bugünden sıkılan biz bireylerin kaçışı oluyor. (Ata Sağıroğlu, s. 9)
Şöyle ki nostaljinin kavram olarak anlamına baktığımızda dahi buna benzer bir kaçış’a rastlarız. ‘’Değişime karşı duyulan korku sonucu geçmişe sığınma duygusu, geçmişseverlik, gündedün.’’ https://sozluk.gov.tr/ E. Tarihi, 24.11.2021). Sadece bu yönüyle bile olsa oyun kendisinden bekleneni çokça veriyor. Zaten seyircinin isteği de bu yönde gibidir. Bize olanları, geçmişte yaşananları anlatın, der gibi. Danışıksız bir dövüş misali. Burada esas olan o üç kişinin özlemini hatırlatmak da değildir şüphesiz, seyircinin kolundan tutup o zamanki evine yani özlem duyduğu geçmişine götürmektedir gayeleri. Hatta aşklarıyla gittikleri mekânlara duyduğu özleme inceden bir gönderme yaptığından derinden ah çekişleri de bu yüzden. O an Kanıt bulmak zordur belki; ancak hepimizin üzerinde anlaşacağı bir durumdur bu. Açıklanamaz ve dilce ikrar edilemez hassas bir meseledir. Belki de oyunun büyüsü de buradadır. Kız anlatır, anne teyakkuzda bekler. Büyük anne de hafızasını kaybeder. Aslında şuan hepimiz hafızamızı yitirmiş, yani alzaymır olmuş durumdayız. Artık kaçamıyoruz bundan, kaçmaz istesek de yakalanıyoruz zaten. Eskiden yaş alarak paçayı ele verdiğimiz bu meşum hastalık, artık doğar doğmaz o hastalığa yakalanıyoruz. Buna sebep olan zamandan o püsküllü efendilerdir. Ah ulan İstanbul ve yaşlı masal kadınları.
Kronolojik bir sıralamayla anlatı ilerliyor gibi görünse de olaya şahit olanlar farklı zamanlarda yaşayan kişiler olduklarından zaman mefhumu da değişiyor. Çatışmanın olduğu kısım da burası zaten. Anneden başka dinliyoruz, kızdan başka, büyük anneden daha başka. Bir başkadır içişimiz.
Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi görünse de ‘’Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’’ bugün izlediğimiz bir Yeşilçam filminden aldığımız hazdan daha fazlasını sunuyor mu diye ansızın bir soru geliyor. Gerçeklerin acı olduğu gerçeği bir kez daha zuhur ediyor. Sanki sadece acıklı; ama trajik olmayan hikâyesini dinliyor gibi oluyoruz üç kadının. Süslü tirat atmaktan daha başka şey bu. İnce bir sızı bırakacak kadar gerçek. Bu ince sızının da melankoliğe yol açtığını söylemekte de bir beis olmamalı. Peki ya sonra?
‘’Kişinin yaşadığı döneme ve bununla ilgili geleceğe karşı olan karamsarlığı ve tedirginliği, onun daha iyi olduğuna inandığı geçmişe tutunmasına neden olmakta ve nostalji birey için kaçış imkanı sağlamaktadır.’’( Aktaran, Lekesiz – Orta, s. 80) Yukarıda değindiğimiz meseleyi destekler nitelikteki bu dipnot üzerimizdeki yükü bir nebze de olsa hafifletiyor. Belki de melankolik olduğumuz için nostaljiye ihtiyaç duyarız ya da bunun tam tersi, bilemiyoruz. Peki melankolik olmadan geçmişe özlem duyabilir miyiz? Geçmişle bağını koparmak isteyen bizler daha sonra şimdide sıkıştığımızdan geriye dönerek geçmişe sığınmaya çalışırız. (Bilgin Erdoğan, s.11).
Daha ileriye gidecek olursak, geçmişe giden yolda olmak bile bireyi hazza ulaştırır. Bunca yaşantıdan sonra unuttuğumuzu sandığımız şeyler meğer hafızamızdan hiç silinmemiş derken buluruz kendimizi. Kaldı ki silmek için gayret de göstermemişiz. Zira bir ev yıkıldığında bir akrabamız veya bir arkadaşımızı kaybetmişçesine sarsılırız. ( belki lüzumundan daha fazla). İnsan bir cana kıyamaz öyle gelişine, ama bir taşa neden balyozu domuzuna vurur, bunu sorarız kendimize?
Bu denli korkup yaralarını örtmek için eskiye/geçmişe sığınan başka toplum var mıdır? Ben bunu yıkarım. Ben bunu yakarım. Yıkıyoruz. Yakıyoruz. Yerine başka taşlar konuyor belki; ancak aynısı olmuyor, değişen şey dönüşmüyor. Tanımadığımız, bilmediğimiz şeylerle boğuluyoruz. Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’de dinlediğimiz benzer bir hikâye ve susuşlar bize bunları düşündürtüyor işte. Bir anlatı da diyebiliriz buna. Anlatı deyince öyle tek düze, maval okumaktan bahsetmiyoruz. Kullanılan dekor sözcüklere karşılık veren cinsinden çünkü. Sahnelemenin dikkat çekici yanlarından biri de oyuncuların oturdukları sandalyelerden hiç kalkmadan bu anlatıyı yapıyor olmalarıydı. Sözcükler birbirine çarpmadan, anlaşılır bir vaziyette dökülür ağızlarından. (Şeyma Bilgin Erdoğan, s.11). Eğer başka yerde yaşamış olsaydık anlatımız nasıl başlardı acaba?
Volkanik bir dağdan fırlayan lavlar gibi sıcak ve tahrip edilmiş hissediyoruz bedenimizi. Bedenimizin düştü yer de İstanbul. Üç kuşak İstanbullunun ortak hikâyesi de muhakkak İstanbul olacaktı. Öyle de oluyor. Yıkılan binalar. Kumpirci ve değinilmeyen onca yer artık yoktu. Anlatıcıların arkasında ahşaptan yapılmış bir silüet. Camiler. Galata kulesi. Binalar. Ayak ucunda inşaat malzemeleri üç kadının başında ağıt yaktıkları bir mezarı hatırlatıyordu. Şimdi ki İstanbul, tahrip edilmiş bir mezarlıktan başka neyi çağrıştırıyor ki? Hangi yöne adım atsak kum veya betona çarpıyor gözlerimiz. Ayağımıza batan çivilerin akıttığı paslı kanın nereye aktığını biliyor; ama çare bulamıyoruz. Ayağımız sağlam da olsa gözlerimiz kangren olmuş durumda. Neler oluyor bize? Sahi İstanbul’un herkesten güzel olduğu zamanlar artık geride mi kaldı? Tepeden baktığımız İstanbul nereye gitti? Yok yok durun. Ajite etmeyeceğim durumu. Çok güzel hâlâ İstanbul. Çünkü bizden daha güzel. Sanki ne yapsalar bitmeyecekmiş gibi bu şehir. Her defasında küllerinden doğacakmış gibi geliyor. Düşlerde sevgiliyi sevmemiz de bundandır. Bu şehir bu yüzden girdap. Bu yüzden bütün sevgililer İstanbul’dan daha güzel.
Oyunun hem yazarı hem yönetmeni de Murat Mahmutyazıcıoğlu’dur. Sürekli duyduğumuz bir eleştiri vardır hani, artık Türk tiyatrosu yeni ve derinlikli metinler üretemiyor, diye. Bu nidanın haklılık payı olsa da asıl gerçek böyle değil. Dışarıdan çok içimizden bir gözle anlatılıyor olması bu oyunu duru kılıyor. Dekor ve ışık da anlatıya hizmet edince tadından yenmiyor işte. Hepimizin o tanıdık hikayesi. Oyuncuların performansı ise en az metin kadar vurucu. Üç oyuncu da harikulade performans sergiliyor. Pürüzsüz dediğimiz o sihirli olanından hem de. O kadar hipnotize etmişlerdi ki seyirciyi oyunun bittiğini bitti demek zorunda kaldılar. Eğer doğaçlama gelişmediyse bu incelik. Oyunun girişiyle kıyaslayınca sonunun o kadar vurucu gelmediğini söylemek zorundayız. Bu bir zorunluluk mu, tartışılabilir. En tuhafı da oyun daha ne kadar devam edecek deyip birden bitiyor olmasıydı. Esin Umulu, Şebnem Köstem, Yeliz Şatıroğlu, üçü de İstanbul’dan daha güzel mi bilemeyiz, ama İstanbul ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Üç oyuncu da sahnede başka güzeldi, sandalyede başka. Siz yine de unutun yazdıklarımızı ve küçük iskender’in şiirindeki gibi başınızın çaresine bakın, ben arabesk dinleyeceğim…
‘’Bu kadar çok insanın olup da her yerin bomboş olduğu, bomboş…?’’
kaynaklar:
Fotoğraf: https://stcdn.ibb.istanbul/Uploads/2020/9/sen-istanbuldan-daha-guzelsin-11.JPG (E.T.28.11.2021)
Sağıroğlu, Ata, CANLANDIRILMIŞ NOSTALJİ BAĞLAMINDA GEÇMİŞİN MEKÂNSAL İNŞASI VE MÜZİK: 70’LER KAFE ÖRNEĞİ
Lekesiz, Fazilet – Nermin ORTA, İNKÂR, ÖZLEM VE SIĞINAK: PARİS’TE GECE YARISI FİLMİ ÜZERİNE BİR OKUMA
Bilginer Erdoğan, Şeyma, TOPLUMSAL BELLEK VE MEDYA: TOPLUMSAL HATIRLATMA VE UNUTTURMA BİÇİMLERİ (SEKSENLER TV DİZİSİ) Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi, Radyo, Tv ve Sinema Anabililim Dalı.