Yanında bir kadın. Saçları kulak memelerini örtecek kadar kısa ve kumral. Dı. Alelade bir güzellik. Çatal ortada. Memeler ayıplanacak kadar iri. Tahrik gücü yüksek cinsinden ve dudakları kırmızıydı. Her şey sadelikten nasibini almamışçasına koyu bir derinlik içindeydi. Bir müddet sonra kadın ayrıldı. Ayrılık baş gösterdi; ama mesafe yerli yerinde. Adam tek başınaydı artık. Kendiyle. Burası başka. Kendi gözümde. Ben hiçim. Burası daha başka. Kadın yalnız başına yürümeye devam ediyordu. Bir eşittir bir. Bir adam. Bir kadın. Elde var bir. Komşuya gitmek ne fayda. Dahası. Matematiği bir kenara bırakıp, kadını tekrar izlemeye koyuldum-dikizlemek denir buna-. Ekoseli bir ceket ve diz üstü çingene renkli bir eteğin içinde küçülüyordu. Aramızdaki mesafe atılan her mahcup adımdan sonra biraz daha keskinleşiyordu gözümde sanki. Kalçası büyük ve etek dardı. Bodur boylu desem, değil. Yüksek binaların arasında yüksek topuklarıyla şehrin dar sokaklarına doğru kaybolana dek izledim. Adama çevirdim bu defa gözlerimi. Adam gömleğini çıkarıyordu. Gömleğin rengi lacivert. Pantolon kot fakat mor. Pantolonun paçalarını sıvamıştı dizlerine kadar. Ağzında bir sigara. Uzun olanından. Ceplerini yokluyordu. Belli ki ateş arıyordu ya da başka bir şey veya öyle sanıyordum ben. Öyle olmalıydı ama.
Sandığım gibi olmadı. Bir tarak çıkardı cebinden. Taradı saçlarını. İkiye ayırarak. Standart bir duruş gene. Bıyıklarını düzeltti sağ elinin iki parmağıyla. Tarağı saçlarında bırakıp işemeye başladı. Daire çizerek döne döne. Döndü. Pantolonunu silkti. Sigarasını yaktı sonra. Yere bağdaş kurdu ansızın. Pencerede bir kadın onu seyrediyordu. Benim gibi. Başka bir kadındı bu. Evli. Üç çocuklu. Gibi temkinli bakışları dökülüyordu adeta. Kadın bağırmaya başladı. Kocası aşağıda bekliyordu. Uyduran bendim. Ama kocası olmalıydı. Benim gözümde. Kocası oralı olmayınca kadın camı örttü. Adam ayağa kalktı, koşmaya başladı. Derken karşı taraftan gelen bir çocukla çarpıştı.
Önüne bak kavat.
Dedi. Çocuk. Cümle kurmaya gerek duymamış olacak ki tek kelime bile etmedi adam. Çocuktur. Piçlik yapmaktan başka ne işe yarardı ki bu veletler. Öyle düşünüyor olmalıydı. Başka bir açıklaması vardır belki ama bu da şimdilik işime gelmiyordu. Bu ihtimal imkan dahilinde ve içine kapanıklığı yüksekti.
Götüm gibi yürüyorsun sallana sallana; n’olacak şimdi bu yumurtalar.
Dedi çocuk. Büyük bir hışımla tuttu kollarından çocuğun. Açtı ağzını. Ağzının orta yerine yapıştırdı tükürüğü. Kolunu bıraktı. Bırakmasıyla bir oldu. Kaçtı. Çocuk kaçarken yoldan geçen bir eskici arabasına çarptı.
-Eskiiiccii
-Eskiiiciii
Diye bağırıyordu. Eskici makamıyla. Ama niye? Eskici. Eski kelimesi kulağımda yankılanıyordu. Eskide kalmış olsa bile. Eski sevgilimin, eski okulumun, eski fotoğraflarımın ve eskiye dair ne varsa hepsi dirildi sanki hafızamda. Gene de eskidendi. Demek gelmiyordu içimden. Kulağıma çarpan ses bozacıya ait olmalıydı.
Bozzzzaaaaa Bozaaa…
Daha başka şeyler demeliydim kendime. Şey işte. Mesela ne işim var burada? Bozacıya uygun değildi bu sokak. Demeliydim. Kendimden bana ne. Yeniye döndüm. Önüme yani. Cebinden aynayı çıkardı adam. Eskici bekliyordu hâlâ. Bozacının sesi. Dağılan saçlarını tarıyordu. Kapısında durduğum apartmandan beyaz gömlekli, göbekli ve irice bir başka adam çıktı. Ağzında bir sigara. Az önceki velet de yanındaydı.
-Ateşini versene.
-Yok.
-Hiç mi?
-Hiç.
-Peki ağzındaki ne?
-Neye benziyor?
-Adam gibi cevap ver.
-Veriyorum. Sigara.
-Ateş nasıl olmaz o zaman?
-Yok.
-Erkek adam ateşsiz gezer mi?
-Erkeksen ateş ver o zaman.
Ağzındaki yakılmamış sigarayla koşarak uzaklaştı oradan. Aklıma babam geldi bu defa. Babam domuzuna sigara içerdi çünkü. Bu sözün sahibini bababmdan daha çok severdim. Şişmandı. Bana da içmeyi o öğretmişti. On dört yaşımda. Günde üç paket. Ayda kaç paket yapar? Doksan. Bir paketin içinde yirmi dal sigara varsa, babam ayda kaç dal sigara içmiş oluyordu? Matematik bağımlısı olmadığıma göre, sonra hesaplamalıydım bunları. Babam sigara yüzünden ölmedi ayrıca. Doktorlar sigaradan öldü dediler, o kadar. Konu kapandı böylece. Doktoraların işine böyle geldi. Herkes öyle bildi. Sadece öldü. Öyle duyurduk. Oysa gebermişti babam. Ben ordaydım. Koltukta. –kırmızı bir koltuk. Renk önemli.- Elli beş yaşındaydı. Ölümcül afili bir hastalığı, aids falan filan yoktu. Ancak tansiyon ve gizli şeker gibi sıradan hastalıklar yüzünden beyni yorgundu. Biraz. Durmadan öksürürdü bir de.
Annem de oradaydı geberdiğinde. Oradaydık ikimizde. Aldatıldığını öğrendikten bir gün sonraydı. Babam gebermeden bir gün önce basmıştı annemi. Bir başka adamın altında. Kendi yatağında. Sonuna kadar seyretmişti onları. Anlatmıştı bana. Her şeyi, bütün berraklığıyla.. Gözlüklü ve göbekli ve beyaz gömlekliydi. Çıkarmıştı üzerinden gömleği. Söylemedim kimseye. Sonra babam. Geberdi işte. Annem. Çabuk bırakıp gitti beni. Şehri tek etti. Saçları kısaydı annemin o zaman. Kırmızıya boyamıştı. Gözleri kahve. Solaktı. Gazeteye kayıp ilanı verdim. Bulunamadı. Annemin yaşadığı şehri sonradan ben öğrendim. Gittim. Babamın mezarını ziyaret ettim. Beddua ettim. Bir açıklaması vardı elbet bu yaptıklarımın. Fakat. Fakat dedikten sonra kurulan cümlenin anlamsızlığı beni daha da gerdiğinden üzerinde durmayacağım bu meselenin. Annemle buluştum. Evlenmişti tekrar. Beni gördüğüne hiç sevinmemiş gibi bir hali vardı. Şaşırmamıştı da. Fakat bazı kadınlar gibi mışlanmıştı. Basenleri yağ toplamıştı. Göbekliydi- gebe olmalıydı,-. Kocası da yanındaydı. Kocasının saçları gür ve siyahtı. Simsiyah. Boyadığı her halinden ele veriyordu kendini. Takma olduğunu anlamıştım saçlarının. Söylemedim. Saçlarınız çok gür. Bu yaşa kadar dökülmemesi, derken annemle göz göze geldim. Konuyu değiştirdim hemen. Her şeye rağmen çok genç görünüyordu ama. Annemden hallice. Burnu benimkinden biraz büyük ve parmakları uzundu. Uzun olan başka şeylerim de vardı saklı olan. Zaman daralıyordu. Mesafe aramızda bir engeldi.
-Merhaba. Ben oğluyum.
-Kocasıyım.
-Neden annem?
-Annene sor.
Anneme baktım. Dudaklarını boyuyordu. Kırmızıydı.