Kızılay’ın oldukça kalabalık bir sokağında çabuk adımlarla ilerliyorum. Biraz ileride bulunan kitabevine çok yaklaştım, kendimi içeri atmak için resmen sabırsızlanıyorum. Sağım solum insan dolu. Kalabalıktan ve Ankara’nın kuru sıcağından çok bunalmış bir durumda, adımlarımı olabildiğince hızlandırıp kitabevine doğru meylediyorum. Sol tarafımda bir erkek çocuk grubu var. Üzerlerinde okul kıyafetleri, sırtlarında çantalar yeni çıkmışlar okuldan ya da kaçmışlar. Birkaç adımdır yan yanayız. Başımı çevirip “Pardon geçebilir miyim?” diyorum fakat beni duymuyorlar. O sırada çocuklardan biri arkadaşına dönerek, “Şurada bir bomba patlasa da ölsem be! Kurtulsam her şeyden,” diyor ve ben duyuyorum. Diğerleri de onu onayladı. Sohbetlerine devam ederek ilerliyorlar. Uzaklaşıyorlar. Görüyorum. Peşlerinden gidip konuşmak istiyorum, olduğum yerde öylece durmak istiyorum, hemen yan tarafımda duran kitabevine kendimi atmak istiyorum, bir anda çığlığı basıp ağlamak istiyorum, yerlere uzanıp kendimi kaldırıma, insanların ayaklarının altına bırakmak istiyorum… Koluma çarpan, sırtımdan itekleyen, yüzüme dik dik bakıp söylenerek geçen insanların arasından birisi, “Off! çekilsene kenara ya!!” diyor ve tekrar kendime geliyorum. Hızlıca kitabevine girmem lazım. Etrafa aldırmadan hemen yürüyorum. İçeri girip dümdüz ilerliyorum. Koridor bitiyor, karşımdaki kitap dolu rafların önüne gelir gelmez hemen sola dönüyorum hiçbir yere bakmadan devam ediyorum. Ajandalar, not defterleri, hobi bir şeyleri dizili bir duvar uzanıyor önümde bir sol daha yapıp oradan da kurtuluyorum. Birkaç adım sonra biraz önce teğet geçtiğim geniş alanın ortasındayım. Hiç vakit kaybetmeden sağ tarafımdaki duvarı boydan boya kaplayan edebiyat bölümüne yüzümü dönüp elime ilk geçen kitabı kurcalamaya başlıyorum. Yazılanları anlamadan, kitabın sağını solunu, ilk sayfalarını karıştırıyorum boş boş. Bir daha bakıyorum, bir daha. Birini bırakıp diğerini alıyorum Bir diğerini… Vazgeçtim, yavaşça ilerliyorum. İstediğim noktadayım. Hafifçe yukarı doğru uzanıp indiriyorum onu raftan. Anna Karenina. O kadar mutsuz, çaresiz, kızgınım ki birine, tanıdık birine, beni anlayabilecek birilerine ihtiyacım var. İki elimin arasında tutup rastgele bir yerinden başlıyorum okumaya. Kelimler, anlatım, hissiyatım, güvenim o denli bilindik ki; kalbimden türemiş bir el çeviriyor sanki sayfalarını. En sevdiğimin yanındayım; fakat bu tanışmışlık tahmin ettiğimin aksine iyi gelmedi bana. Telaşım ve hüznüm aynı anda artmaya başlıyor. Elimi enseme götürüp kendimden güç almaya çalışıyorum, faydasız. Oysa ben belki de son günlerdeki en karanlık günümde, en berbatımda; bilinmişin, sevilmişin, çok sevilmişin bana iyi geleceğini, bana güç vereceğini düşünmüştüm. Olmuyor, tersine gidiyorum. Her saniye biraz daha gidiyorum ve daha fazla bu hale dayanamayarak başımı, Anna’nın iki elimin arasındaki göğsüne bırakıyorum. “Şurada bir bomba patlasa da ölsem be! Kurtulsam her şeyden.” Dönüp duruyor aklımda. Ne var ne yok yıkıp yönsüz bir biçimde dolanıyor ve o kadar iyi biliyorum ki artık kurtuluşum yok. Beni ne teskin edebilir? Kırılmış kalplerinin çatırtısını duydum ve bu bir keder. O kadar garip bir keder ki birçok şeye rehberlik edecek kadar.
Ağzımdan burnumdan akan şeyler kitabın üstünde birikip alnıma, yüzüme yapışıyor. Devam ediyorum kapanmaya. Bu çocuklar kaç yaşında? Ümitsiz, heyecansız, bitik bir biçimde kendilerini bırakmaya hazırlar. Küçük yüzleri gülmekten kızaracağı yerde gözleri şüpheye çoktan alışmış. Şehir merkezindeki bombalı saldırı nasıl oluyor da bir ölüm şekli, yolu olarak akıllarında yer alıyor? Yaşamdan istedikleri ölmek mi? Dinledikleri müzikleri, kuralları için kavga ettikleri oyunları, sabah adıyla uyandıkları bir aşkları yok. Gece ayazda donar gibi, okun ucuna döner gibiler…
Akarsuda sürüklenen bir oduna dönmüş aklımın takılıp kaldığı basit bir soru var, acaba kaç yaşındalardı? Bu ayrıntıya takılmak, kendimi kaybedip kitabevindeki rafları bağırarak, çığlık çığlığa indirmemi engelleyen belki de. Böylesi büyük bir toplumsal travmanın ortasında bu çocuklar kaç yaşındalar? Hafifçe başımı kaldırıp raflara bakıyorum ve derdimi katmerleyen yapış yapış olmuş kitabımı usulca bırakıyorum. Daha fazla duramayacağım bu göğüste. Kapıya doğru ilerleyip hızlıca dışarı atıyorum kendimi. Birkaç adım sonra tam da duyduğum yerdeyim: “Şurada bir bomba patlasa da ölsem be! Kurtulsam her şeyden.” Bir saniye bile beklemeden koşarak yola çıkıyorum ve önüme ilk gelen taksiye biniyorum. Ağzımı yüzümü çantamdaki peçeteyle temizleyip dışarıyı izlemeye başlıyorum. Sürekli aynı soruları düşünerek geçirdiğim kısa bir yolculuk sonunda evdeyim. Kapıyı açar açmaz mutfağa yöneliyorum ve dün akşamdan kalma yarım şişe şaraptan bir kadeh dolduruyorum. Büyük bir yudum, büyük bir yudum daha indikçe boğazımdan, genişliyor aklım. Yaşatılanları, herkesçe bilinenleri, bu topraklarda ve diğer tüm topraklarda bilinenleri düşünüyorum; şehrin ortasında patlayan bombaları, kadın cinayetlerini, iş yerinde tacizi, sokak ortasında tecavüzü, ev içi sömürüyü, çocuk istismarını, satılan kız çocuklarını, kadın kaçakçılığını… Yavaşça ilerliyorum ve oldukça hızlı çarpan kalbimden çok daha hızlı bir şekilde, tek seferde açıyorum salon camını. Basıyorum çığlığı! Yüzüme değen havayla beraber tekrar basıyorum. Sesim kalbimi geçiyor. Camın iki tarafından tutunup göğsüm önde başım dümdüz, beton bir binanın ikinci katından bağırıyorum bütün sokağa aaaa!!! Bir daha aaaa!!… Bir acıyı içinden atar gibi yavaş, derin nefesler alarak ılık havayı soluyorum bir süre. Çığlıklarım diniyor. Ellerim camda değil artık. Kütüphanenin önüne gidiyorum ve raftaki bir kağıt parçasına; ‘ona’, okul kıyafetleri üzerinde, bu hayattan bir bombayla kurtulmak isteyene yazıyorum: Bir Sürü insan izliyorum, bir sürü insan sende bende. Bir gün sana anlatacağım bunları. Yüzün bir ay parçası belki de ayın bütünü. Ben yakınında bir yıldız. Her masadan bir şeyler topluyorum, hepsi sana. Sen benim için pırıl pırıl bir lacivert, yemyeşil diri bir yaprak, gökyüzünde renkli bir uçak ve en çok da havanın kararmasını aldırmadan sokaklarda kahkahalarla oynayansın. Görebildiğim ama dokunamadığım direncimiz, üzerimizde bir ışık gibi… Yazdığımı okuyorum, hüznüm geri geliyor. Bırakıyorum Anna Karenina’nın üstüne. Burası onun yeri. Göğsünde dursun… Camı açarken düşürdüğüm şarap kadehimi alıp biraz daha dolduruyorum içine.