Kahverengi bar masanın ince çizgilerini takip ediyoruz gözlerimizle. Loş ışıklar, insanların uğultusu, hareketli bar çalışanlarının arasında bizde bir sessizlik hakim. Derler ya ölüm sessizliği, adı üstünde, kendi masada. Kulağım gidiyor; yan tarafımızda renkli bir muhabbet var belli. Uzun zamandır olduğu gibi bizde yine bir sakinlik, renksizlik hakim. Bize senden sonra bir şeyler hakim oldu; ama onun ne olduğunu inan bilmiyorum. Gözlerimizi masadan ayırıp anlamsızca birbirimize bakıyoruz. Bir şarkı çalıyor. Duyuyorum. Arkadaşlarla birbirimize bakıyoruz ve o anda sanki vücudumdaki bütün sular gözlerime hücum ediyor. Duruşun, oturuşun, küçük yüzün, lokmanı çiğneyişin, kendinden emin konuşman hepsi bu sularda. Karşımda olsan yine, başka bir şey yapamazdım herhalde. Bakardım gözlerine; yorgun gözlerine bırakıverirdim kendimi. Alıp verdiğim sık nefesler arasında “Ay! ay! yaa!” diyebiliyorum sadece. Ellerim yüzümde, sırtım hafif kambur, dirseklerim masaya dayalı. Üstünde birkaç bardağın durduğu boş bar masasında dirseklerim. Sanki destek alır gibi. O boş, bomboş bar masası sanki bana destek olacakmış gibi, bir medet umar gibi, kollarım masada, ben tamamen başka yerde, bütün acizliğimle yüzümü kapatıyorum ellerimle. Ellerim yüzümde, birden aklıma geliyor. Seni hiç ağlarken görmedim ben. Sen de beni hiç görmedin. Birbirimizi ağlarken hiç görmedik ve bir daha asla göremeyeceğiz…
Yavaşça sakinleşiyorum. Oturduğum sandalyede kendimi hafifçe sağa döndürüp, karman çorman olmuş yüzümle etrafı izlemeye başlıyorum. İnsanlar bir şeyler konuşuyorlar. Yan taraftaki renkli muhabbet devam ediyor. Bir şarkı çalıyor. İçimdeki tarifsiz hüzün ve senden başka bir şey düşünmekten imtina eden beynimle öylece duruyorum. Biri bana doğru yürüyor. Sen değilsin ya, sen olamayacaksın ya, kim olduğunun hiç önemi yok artık. Uzatılan peçeteyi alıyorum. Ne burnuma, ne gözüme, ne yüzüme sürüyorum peçeteyi. Elimde duruyor. Biraz önce acizliğimi, yenikliğimi kapatmaya çalışan elimde tutuyorum onu. Kaç zaman geçti üstünden bak biz yine yan yanayız, bizim yine masalarımız var. Çalan müzikler, koşuşturan insanlar arasında yerimizi aldık. Sen yoksun. Kaç gün daha olmayacaksın? Biz ne olacağız? İçimden, bunları haykırmak geliyor. Delicesine yırtınmak istiyorum. Bas bas bağırmak, masada ne var ne yok tek seferde yerle bir etmek istiyorum. Sonra tekrar bağırmak, bütün o yerle bir olanların üstünde çocuklar gibi tepinmek istiyorum. Çocuğun olmak istiyorum tekrar…
Yavaşça sakinleşiyorum. Sen gittiğinden beri içimde metal sarkaçlı bir rüzgar çanı var sanki biliyor musun? Gitmenle beraber açılan o derin boşlukta yavaşça salınıyor. Bir sonsuzlukta, bir zamansızlıkta usulca gidip geliyor. Çok zamanlar geçecek, mevsimler değişecek biliyorum ve o hep orda bütün mevsimlerden bağımsız, bütün esintilerin en güzeline sahip, bütün zarafetiyle asılı kalacak. Sesi yine kulaklarımda, elimdeki peçeteye bakıyorum. Çok boş geliyor. İçimden, sana bir not yazmak geçiyor peçeteye. Asla okuyamayacağın bir not yazmak istiyorum. Masaya dönüyorum yönümü. Peçeteyi bırakıyorum. Bir şey söyleyecekmiş gibi hafifçe ağzımı açıyorum. Hiçbir şey söyleyemiyorum. Acaba diğer insanlar da rüzgar çanını duyuyorlar mı diye düşünüyorum. Seni duyuyorlar mı? Bu soru daha önce neden aklıma gelmedi acaba? Daha önce senin için yapamadığım, düşünemediğim şeyler; bugünlerde sık sık aklımdan tekrarladığım o şeyler yine dönmeye başlıyor içimde yavaş yavaş. Pişmanlık bu herhalde. Biliyor musun ben seni kaybedeceğimi bilseydim başka türlü yetiştirirdim kendimi…
Yavaşça sakinleşiyorum. O kadar sakinleşiyorum ki, bu kadar insanın arasında bir ben varmışım gibi hissetmeye başlıyorum. Aklıma; her seferinde hüznümü katmerleyen o söz geliyor yine: “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık.” Ne olur bir daha tartsınlar. Sen artık o terazide, ölümlesin. Gelmiş geçmiş bütün dengeleri yitirdik biz. Ne olur bir daha tartsınlar.
Ben, bir gün Diyarbakır’a gittim ve seni en yumuşak kahverengilerin arasına, yumuşacık yerlere kendi ellerimle sakladım. Bu dünyadaki yerini kaybetme diye, sevgimizin bir yeri olsun diye seni toprağa sakladım. Kendimi de metal sarkaçlara…