Düşünürleri anlama ve anlatma çabası, onları anma çabasından daha uzun ve zorlu bir süreç gerektirir. Yaşanılan zamanın fikri gürültüsü, onların yerli yerince anlaşılmasını perdeler. Nurettin Topçu’nun maarif meselesine çağrısı, maarife strateji belirleyen önder fikirler arasında olması gereken tespitleri, son zamanlarda eğitim politikaları üzerinde gündeme gelen nitelikli okul modeli arayışlarına, öğretmenin niteliği tartışmalarına, başarılı öğrenci arayışlarına rehber olacak öneriler içermektedir.
Maarif üzerine düşünmek; toplumun bütün hallerini geçmişten geleceğe dert edinmek, varoluş gayesi ile hemhal olmak, idrak ve hikmetin doğum sancısını aklen, ruhen ve bedenen yaşamak demektir. Bu nedenle maarife ait düşünceler ardı ardına bütün toplumsal sorunların zincirleme tepkimesi ile karşı karşıya kalır. Çünkü eğitim sürecinin konusu doğrudan insan, toplum ve kültürle ilişkili tüm ağlar üzerinde sonuçlar doğuracak bir etkiye sahiptir.
Topçu, 20. yüzyılın maarif sistemi üzerinde eleştirel yaklaşımı ve çözüm önerileri düşüncelerinin yayınlandığı “Türkiye’nin Maarif Davası” isimli eserinde sistemin marazi durumunu ve devasını, efradını cami, ağyarını mani bir ifadeyle “Felsefesi olmayan milletin mektebi olamaz.” bakışıyla dile getirir. Gerçekten de eğitim sadece teknolojinin gerektirdiği donanımı sağlanmış binalar inşa ederek, sınıflar donatarak, elektronik bir hafızaya bilgi yükleyen eğiticiler görevlendirilerek aşılacak bir süreç değildir.
Dava, uğrunda bir ömrün vakfedildiği bir fikrin billurlaşmış halidir. Maarif billurlaşmış bir davadır. Eğitim sisteminin yöneticileri ve neferleri bunun idrakinde olmak zorundadır ki davanın onurunu hak etsinler. Muallimin gözlerinde dünya bir mekteptir. Hayatını bu mektebe adamış, insan denen canlıyı sadece beşeri ihtiyaçlar için değil; onu aklen, bedenen ve ruhen hayata hazırlayan bir çiftçi gibi her mevsimini, o, daha olgunlaşmadan görüp, sağlıklı bir tohum haline getiren insandır. Şimdi bu davaya sahip muallimi nereye sığdırabilirsiniz ve hangi mektebe muallim yaparsınız da geleceğin tohumlarını saçmasına izin verirsiniz?
Üstat, “Gençlik, geleceğin tohumudur” diyor ve ekliyor: “Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı keşfetmek müşkül olmayacaktır.” Farklı bir ifadeyle, ülkemizin her şeyine varis gençliğin mayasını kim neden ve nasıl mayalıyor? Devrin gençliği, enerjisini hangi âlemde harcıyor? “Beklenen gençlik” nerede?
Topçu, tarih boyunca her devrin gençliğinin, enerjisini harcadığı âleme göre şekillendiğine ve kendine özel bir gururla yaşadığını vurgular. Anadolu’da devlet kuran Müslüman Türk’ün gururu Alparslan’ın cesur ve iman sevdalı ruhunu arar. Ancak son üç yüz yıldır kaybolmuş, ‘benliğinden kaçarak, Batı’nın taklitçiliğine sığınma’ sıtmasına yakalanmış, öz benliği ile karşılaşma yürekliliğini gösteremediği için kendini inkârla örtbas etmek zorunda bırakılan bir ruhla karşı karşıya kalır. Çünkü Topçuya göre, “Millet ruhunu yapan maariftir. Maarifin düşmesi millet ruhunu yerlere serer.”
‘Maarife değer vermeyen millet, ruhunun yıkılışını hazırlar.’ Daha da önemlisi “maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider.” Başka bir ifadeyle maarif milletin pusulasıdır. Onu kaybeden milletler, başka milletlerin maarifine sığınmak zorunda kalacak ve asli kimliğinden koparılıp ebediyen kaybolmaya mahkûm edileceklerdir. Bu bir millet için geri dönülmez bir yıkımdır.
Her milletin kendine özel binlerce yılda ancak inşa edilmiş “maarif” hafızası vardır ki bu hafıza onun kimliğini, ruhunu, davranışını, hayata bakışını belirler. Bu hafızanın silikleştirilmesi, anlamsızlaştırılması, değersizleştirilmesi, topyekûn bedenen ve zihnen varlığını onu silen hafızanın kölesi olmasına ve bütün kalelerini teslim edecek bir mankurt haline dönüşmesine neden olacaktır. Bunun somut bir örneğine 15 Temmuz ihanet gecesinde bütün millet şahit olmuştur. Bu nedenledir ki maarif kale’dir. Onu korumak ve geliştirmek milletin her bir ferdinin namusudur. Maarif, bir milletin dini, dili, ailesi, bayrağı, vatanıdır ve mukaddestir; “maarif namustur. Bu öncelikle okullarda, öğretmenlerin elinde, üniversite kürsülerinde ve daha da önemlisi milletin maarif davasına aklında, gönlünde ve yüreğinde açtığı yerde şekil alır, yön bulur ve ona ruh verir; “maarif milletin ruhudur.”
Bugün çoğumuz eğitim sisteminin problemlerine bir çözüm bulma çabasıyla farklı teoriler geliştirip, maarife deva olacağını düşündüğümüz arayışlar içindeyiz. Sınıf yönetiminden, öğretmen yetiştirmeye, eğitim yöneticiliğinden yeni okul modelleri ve eğitim modelleri kurgulamaya, öğrenci veli programlarıyla atama sistemlerine, müfredat ve kitap içeriklerinden teknolojinin getirdiği olumlu olumsuz bütün unsurları üzerinde sürekli kendimizi arıyoruz. Çünkü ruhumuzda bizi tatmin etmeyen, rahat bırakmayan bir çağrı duyuyoruz. Topçu, “Bir mektep buhranı yaşamaktayız… Geride bıraktığımız bin yılın bir kısmı, ilahi ideallerin heyecanı ile onu ebedi yapacak mektebi kurmak için çok kanlar akıttı, sayısız kurban verdi. Son asırlarda ise yüzyıllarca süren emeklerin eserini istismar ediciler türedi. Bu bina yıkıldı. Şimdi milletin gerçek varlığı olan ruhunun harabesi karşımızdadır. Bizi Hakka götüren bir yol, aydınlığa açılan bir kapı lazım. Bu kapı mektebin kapısıdır.” diyor.
Eğitim sisteminin salt fen ve meslek alanına odaklanarak insani yönünü ihmal eden bir yaklaşımla kurgulandığını, makinaya esir, sadece mide saltanatını düşünen insanlar yetiştirileceği kaygısıyla eleştiren Topçu, “mekteplerde, gençliğe karakter mayası aşılanmamaktadır.” der. Onlar, son gaye “hikmet” arayışı yerine, faydacı bir amaca yönelmiştir. Gökteki yıldıza ulaşma çabasındaki bilgi ile insanın yüreğine dokunan vicdan arasındaki köprü olmak zorunda olan okul, yolcusunu almayı unutan ve kaptan gibi asıl gayesinden uzaklara yelken açmıştır. Eğer mesele, bilgiye ulaşamama sorunu ise bu iddia asılsızdır. Zira günümüz teknolojisi, bilginin her an her yerde ulaşılmasına imkân sağlamaktadır. Eğer sorun, bilginin nasıl aktarılacağı konusundaki yetersizlik ise bu iddia da yersizdir. Çünkü pedagoji, teknik olarak bilginin hangi tekniklerle öğrenciye ulaştırılacağı konusunda binlerce çalışma yapmaktadır. Şu halde asıl soru; “Neden öğretmeliyiz?” sorusunun cevabında saklıdır. Çünkü “Neden?” öğretileceğini bilmeden yapılan eğitim, verilen emek, beyhudedir.
On binlerce ansiklopediyi ezberleterek bir beyni bilgi deposu haline getirebilir, eğitimcileri bu iş için seferber edebilirsiniz. Hatta imkan olsa bilgiyi bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi yükleyebilirsiniz. Bir öğrenci neden öğrendiğini ve o bilginin kendisine yararlı bir amaç için yüklendiğinin idraki içinde olmadan son gaye hikmete ulaşması gerektiğini anlayamamış ise yapılan iş beyhudedir. Çünkü mesele renklerin isimlerini ezbere bilmek değil, o renklerin bir sanat ortaya koyabilmek için araç olduğunu, sanatın da insan ruhunun ve duygularının sesi olduğunu kavratabilmek ve bu sanatı neden yapması gerektiğinin idrakini verebilmektir.
Topçu, öğrenme sürecinin hayat boyu sürmesi gereken, iş ve meslek ahlakının zorunlu olarak idrak edilmesi gerektiğini “Mesleğine mektep gibi bağlanmayan insan, cemiyet içinde bir parazit olarak yaşamaya mahkûmdur…”, “Mektep, ruha sunulacak iksirler halinde hakikatler üzerinde yapılan seçimle, alıcı gönüllerin birleştiği yerde vardır.” ifadeleriyle dile getirir. Şu halde işin -her ne iş ise- erbabı olma ve hikmetine ulaşmayı gaye edinmeyle sonuçlanmayan maarif de beyhudedir. Bu nedenledir ki “maarif buhrandadır ve burhanını aramaktadır.”
Mektep neresidir? Bu sorunun cevabını uzun uzun açıklamak mümkünse de Topçu’nun şu ifadeleriyle yetinelim: “Bir şehrin insanları, kalabalığın bulanık dalgasından sık sık kaçarak kırlara, ormanlara ve akarsulara sığınıp onlarla konuşmaktan hoşlanmıyorsa, o şehirde sanat mektebi açılmamış demektir.” Buradan anlaşılması gereken şudur ki maarif fıtri amaca, felsefi bir düşünüşe, akli yüksek teknik donanımına ve insanın hem beden hem de ruh olduğunu kavrayabildiğimiz, öğretmekten ve öğrenmekten zevk alıp huzur bulduğunuz yerdir. Şu halde mektep: toplumu meydana getiren her bir sosyolojik kurumun kendisidir. Aile bir mektep, çarşı pazar bir mektep, cami bir mektep, okul bir mektep, mahkeme salonları bir mektep, siyaset bir mektep, medya bir mekteptir. Bütün bu mektepler “maddeden manaya yükselişin, disiplinin, çokluktan birliğe gidişin, nizamın olduğu yerler olmalıdır” ki mektep olsun.
Muallimsiz mektep olmayacağına göre, bu mekteplerin de muallimleri, öğretmenleri, eğitimcileri, ustaları olmalıdır. Genel anlamda hayatın her yerinde eğitim varsa ve sosyal kurumlarımız birer mektep ise öncelikli olarak topluma önderlik yapanları, liderleri, kanaat önderleri, gözde insanları, popüler sanatçıları, tanınan bilinen gazetecileri bu mektebin muallimleri olmalı ve bu sorumluluğu taşımalıdır. Özel olarak mesleki bir alan olarak öğretmenlik yapacak olan (muallim, müderris, hoca, öğretmen, usta vb.) ise daha hassas bir sorumlulukla mesleğini yerine getirmek zorundadır.
Nurettin Topçu, bir öğretmenin temel olarak bilgiyi öğrenciye aktaran bir nakil aracı olmadığını söyler ve onun sadece maaş ve ücret karşılığında işini yapan bir memur olmadığını ifade ettikten sonra; “O, ruhlar sanatkârıdır. Âdemoğlunu, beşikten mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük sorumluluğuna sahip insandır.” tanımıyla bu mesleğin önemini vurgular. Ona göre “kader hakikatinin işleyicisi, karakterin yapıcısı, fertlerin ve nesillerin sanatçısı, devletleri ve medeniyetleri yapan da, yıkan da muallimlerdir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır ve bedbahttır.
Maarif davası üzerinde tekrar tekrar düşünülerek, geleceğimizin inşasının mekânları olan okullarımızın (üniversitelerimiz kendini okuldan ayrı tutmasın), yöneticilerinin, öğretmenlerinin, öğrencilerin ve ailelerinin, neden “maarif” davasının bir yerinden tutmak zorunda olduğunu anlatması bakımından, Topçu’nun şu manidar ifadesinin anlaşılması yeterlidir:
“Fuzûlî, mektepte öldürüldü!”
(Yerli Düşünce Dergisi, Temmuz 2019, Sayı 55)