Yabancı bir memlekete, bilmediğimiz bir mahalleye, bir başka semte, gittiğinizde kendimizi neden garip hissederiz? Başka semtlerin dolmuşlarına, otobüslerine bindiğimizde neden içimizde garip bir yabancılık duygusu yaşarız? Memleketimize, iş yerimize geldiğimizde, mahallemize ulaştığımızda neden kendimizi güvende hissederiz.? Yeni bir giysi, eşya aldığımızda neden onu bir müddet yabancı görür alışmaya çalışırız? Kendi evimizi koruma içgüdüsü, kendi mahallemize sahip çıkma ve sahiplenme duygusu, kendi şehrimizi diğerlerinden daha çok sevme hemşehriciliği, kendi ülkemizi diğer ülkelerden farklı görme vatanperverliği nedendir? Neden elimizdeki bazı eşyalar diğerlerinden daha kıymetlidir? Hatıra eşyalar neden evimizin farklı bir köşesinde saklanır ya da sergilenir? Neden onların başına bir şey geldiğinde üzülür ve korumaya çalışırız?
Kendimizi güvende hissettiğimiz her mekanda, zihin dünyamızda oranın daha önceden yaşadığımız bir hatırası vardır. Çünkü zihin bahçemizde kendimizi yabancı görmemizi engelleyecek bildik işaretler, tanıdık simalar, izlerle döşenmiştir. Dünden elimizde kalan, zamanı elimizde somutlaştıran şey, o günü bize hatırlatan nesnelerle ilişkilendirdiğimiz hatıralarımızdır. O şeyin bizim için bir anlamı var ve bize anlam ifade etmiyorsa yabancıdır.
Bu, yeniliğe karşı oluş değil, yeni olanın bize ve bize ait olanla ne kadar benzeştiği ve bize ait olmaya ne kadar yakınlaştığı ile ilgilidir. Yeni olanın bizim hatıralarımızda ne kadar misafir kalacağı yeni olanın bizdeki eskilerle uyumuyla doğru orantılıdır.
Binlerce yıl önce yaşamış ecdadıyla halleşen, dertleşen, konuşan, sohbet edebilenler; bilim adamları, mühendisler, mimarlar, sanatçılar, yazarlar, öğretmenler, siyasetçiler, yöneticiler, düşünürler olmalı ki “medeniyet tasavvuru” akledilebilsin. İthal ve hatırasız kavramlar, değerlerle zihin bahçeleri donatılmış nesillerle “medeniyet” tasavvur edilemez.
Çıplak/Çıplaklık: Üstünde bulunması gereken giysi, örtü vb. bulunmayan, üryan, nü, cıbıl, cıbıldak, saçsız (baş), üzerinde yaprak olmayan. İçinde gerekli eşya bulunmayan. Yoksul (kimse), yalın, süssüz, soyunmuş durumda olan vücudun resmi, nü olarak tanımlanır.
Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi. Bireyin kazandığı bilgidir.
Bu iki kelimeyi yan yana getirdiğimizde zihnimizde canlanan manzaranın çıkardığı gürültü, ruhumuzun kulaklarını sağırlaştırır. Bu sağırlık o kadar şiddetlidir ki asırlarca hiçbir şey duyamazsınız. Bu duymazlık ve umursamazlıkla yabancı kültürlerin ve medeniyetlerin onu ayakları altına aldığını görünceye kadar da bunu fark edemez, göremez, çığlığını işitemezsiniz.
Kozmik bir ortamda toz olan kütlelerin sessizliğinde uyuşturulmuş bilinçler, sahip oldukları elbisenin parçalandığını fark etmezler bile. Farkında olanlar dahi, verdikleri mücadelenin karmaşıklığında yollarını kaybedip büsbütün çıplak kalabilirler. Bunun adı “kültürel çıplaklık” tır.
İnsan, hayatı daha iyi anlamak, anladığını gelecek nesillere aktarmak, ortak dilde anlaşılmak, kendini daha anlamlı kılmak, ‘efradını cami ağyarını mani’ ifadeler yoluyla, kültürün tüm unsurlarını ifade edebileceği, binlerce kelimeyle ifade etmek zorunda kalacağı tecrübesini bir çırpıda ifade etmesi gerektiğini fark etti. Varlığına ait duygu ve düşüncelerini bir ya da iki kelime içine sığdırmanın pratik bir yolu olan “kavramlar” icat etti.
Kavramlar kültürün yaşayan hücreleridir. Nesnelerin, olayların, mefhumların, bir arada durduğu kapıların anahtarlarıdır. Bunlar, insan bedenini örten örtüler gibi gibi toplumların manevi bedenlerini örter, süslerler.
Kavramlar zaman yolculuğunda yüzlerce, binlerce yılda oluşan kültür hazineleridir. Kültür hazinesinin rezervi, altın rezervinden farklı olarak, paylaşıldıkça çoğalan, tükenmeyen bir “berekete” sahiptir. Çünkü onlar, yaşanmışlığın sesi, bilgilerin harmanı, sosyal genin mayasından yoğrularak şekillenmiş, bir milleti millet yapan temel yapı taşlarıdır.
Aralarında “mesafe” olan her şey yek diğerine bir bağ ile bağlandığında anlam kazanır. Bu durum istisnasız evrendeki her varlık için geçerlidir. Birbirine bağlanamayan, ilişkilendirilemeyen her “şey”, anlam dünyasından silinmeye mahkûmdur. Atomlar dahi hayat bulabilmek için bir diğer atomla bağ oluşturduğu zaman ele avuca gelebilecek bir anlam kazanmaz mı? Soyut varlıkları, hisleri, duyguları, somut varlıkları ve maddeyi açıklama aracı olarak kullandığımız kavramlar da böyledir. Onların yaşayacağı yer, insanın zihin ve ruh dünyasıdır. (….)