Medeniyetler, insanlığın maddi ve manevi varlığının kültürel bileşkesi ve uyumlu birlikteliği sonucu doğan, insanın iliklerine kadar işleyen bir bağla nesilden nesile kök salar. Medeniyetler sancılı bir sürecin sonunda doğar. Çözülüş ve yok oluş süreci de sancılı ve acılarla doludur. Özellikle bu medeniyet, “Zıt kutupların üstün nizamı” üzerine kurulmuş ise bu dengenin sarsılmasından kaynaklanan ve ardından neden olduğu yeni olaylar feryadı nesiller boyu duyulur yaşanır.
Damarları bedeninden soyulup çıkarılmaya çalışılan bir insanın duyacağı acı ne ise ruh kökleri kadim bir medeniyete bağlı toplumun hisleri de hikmet ehlinde fikrî sancı olarak zuhur eder. İşte bu sancının adı, Üstat Necip Fazıl’da “Büyük Doğu”dur.
Çocukken haftalar bana asırdı;
Derken saat oldu, derken saniye…
İlk düşünce, beni yokluk ısırdı:
Sonum yokluk olsa bu varlık niye?
Üstat devamla bu mısraların ağırlığında nice âkilin, yoklukta ezildiği, “Varlık nedir?” sorusunun ardından gayesini: Türk milletini en ileri ve üstün şartlar içinde kendi zaman ve mekanına topyekun hakim kılmak” cümlesiyle özetler.
Dönemin bu sancıya duyarsızlığına, antidemokratik uygulamalarına ve “kanunlara yalan söyletmeye” çalışanlara karşı bir diriliş hamlesi yapma çabasını sürdüren Necip Fazıl, kanunlar çerçevesinde idealini ve fikir isyanını şiirlerine, yazılarına ve konferanslarına taşır. Nihayet, Büyük Doğu idealinin nasıl gerçekleştirileceği, Yassıada tutanaklarına da geçer. Mahkeme başkanının, İdealiniz nedir, formüle edin? sorusunu: “Batının bütün müspet bilgilerini, Rönesans anlayışı içinde almak ve doğunun ruhunu, aynen muhafaza etmek… Dinin paklığını ve saffetini, batının büyük kafasında tekâmül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir!” cevabıyla tescil eder.
Üstat, doğunun da artık batıya karşı bir fark yaratması gereğinin derdini manidar bir cümle ile özetler: “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur.” Bu ifade aynı zamanda kemiyet, keyfiyet ve şuur farkıyla tomurcuk doğması beklenen fidanların sayısını artırma sevdası, şiirleri bunun feryadıdır. Bu aynı zamanda maddeyi mabede çeviren katıksız pozitivizme mahkum zihinlere ve maniayı hezeyan zindanına hapsetmiş kof inanca, insana ve topyekun İslam’a duyarsız yığınlara fikir, sanat, siyaset, tarih şuuru, hakikat inancı ve ruh verme gayreti, olması gerekenle olana, binbir uğraşa rağmen Doğu ile Batı medeniyeti arasındaki kapanmayan farka isyan ve feryadıdır.
Fark neden önemlidir?
Friedman’ın Batılı iş adamlarına eğer bu fark kapanmaz ise gelecekte hakim durumlarını kaybedecekleri uyarısını yaptığı 21. Yüzyılın Kısa Tarihi isimli eserinde de görebiliyoruz. Batı’nın gelecekte de hakimiyetini sürdürebilmesi için gençlerin nitel ve nicel olarak diğer milletlere oranla gittikçe kaybettikleri üç farkı dile getirir. Bunlar “Sayısal Fark, Eğitim Farkı ve Hırs Farkı”dır. Batı’da ve Doğu’da medeniyetler yarışının galipleri ideolojik, siyasi, ticari, askeri ve bilimsel farklılıkta lehlerine arayı açan toplumlar ve bu aralığı kapatmaya çaba gösterecek şuura sahip milletler olacaktır. Konu Doğu-Batı olunca, doğu adına gözden kaçırılmaması gereken nokta; batıyı birebir kopya ederek Batı medeniyetine ulaşmanın beyhude bir çaba olduğunun bilincinde olmak gerektiği, ulaşılsa da doğunun kendi kimliğini koruyarak ulaşması imkansızlığıdır. Montaigne’nin ifade ettiği gibi: “Dünyadaki en müthiş şey, kendine ait olmayı bilmektir”. Şu halde bir toplum eğer kendi değilse olduğu şey nedir?
Hoffer’in, Değişim Sancısı isimli eserinde de doğu ile batı arasında gittikçe açılan farkın neden ve sonuçlarını görmek mümkündür. Doğu, batının baskı, istismar ve sömürgesiyle karşı karşıya kalmış, tüzel kişilikleri çökertilmiştir. Sömürgeci güç, ‘Batı’, parçaladığı toplumsal yapının ardından onları, soğuk bir dünyada öksüz ve başıboş bırakmıştır. Böylece birey, tüzel kişiliklerinin (toplumsal yapısının varlığını temellendirdiği kurumların) çöküşünün ardından, kendi imkanlarına terk edilmiş, öz güvenini ve öz saygısını, kimliğini yitirmiştir. Öz güveni ve öz saygısı, kök saldığı medeniyetin oluşturduğu kurumlardan beslenen ve bir anda köksüz kalan birey ve toplum, yeniden var olabilmek için diğer hakim milletlerle kendisi arasında oluşan fark aralığını daraltmak zorundadır. Aksi halde, tarihin karanlığında ümit ateşi söndürülmüş milletler derekesine düşüp, yok olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Doğu aklının, batıya ulaşmak derdinden uzaklaşıp, Batı aklına alternatif, kendi özünden süzülmüş, eşi görülmemiş öz değerleriyle, kendi coğrafyasına, kültür kodlarıyla uyumlu ve barışık milli ve yerli bir sistem tasarlaması gerekmektedir. Aksi halde kendi gölgesini yakalamaya çalışmanın yorgunluğunda, fakr-u zaruret içinde, harap ve bitap düşecektir.
Bunun için İnsanlığı şartlandırıldığı üstün Batı medeniyeti yanılgısından uzaklaştırıp, yeni bir öğrenmeye yöneltmek ve insanlığın tüm tecrübelerinin bilinmesini için yeni bir teklif vermek gerekir. Yaşanan bir medeniyet varlığını, elle tutulabilir gözle görülebilir, güvenilir, hissedilebilir uygulamalarıyla, yaşanılabilir olduğunun farklılıklarının ispatı zorunludur.
Ancak Batı düşüncesinin etkisi, bu kadar yoğun ve varlığı bu kadar aşina bir durumdayken, onu yok saymak bir farklılık yaratmayacaktır. Yeterli sayıda nitelikli, eğitimli ve medeniyet mefkuresinin tohumlarını yeşertmeye azimli, inançlı, fedakar, sadakatle milletine ve devletine bağlı bireyler yetişmedikçe her bir değerin, küresel güçlerin estirdiği fırtınalar karşısında, savrulmaktan başka yapabileceği bir şey de yoktur.
Şu halde:
İlmine ve fennine talip olunan şey, emsalsiz bir model olarak durduğu sürece hangi öz güvenle medeniyet mefkuresinde ve azminde fark yaratılabilir ki?
Kopyalanmış kanun, kopyalanmış bilim, kopyalanmış hayatla kim milli duruşunda süreklilik gösterebilir ki?
Batının takıp takıştırdığı gözlükle gerçekleri görmek mümkün olabilir mi?
Evrensel değerlere sahip bir medeniyetin mirasçısı olduğu iddiasında olan neslin, bu mirası fizikî, siyasî ve coğrafî haritalarla çizilmiş alana mahkum etmesi kadar acınacak bir durum olabilir mi?
Medeniyet mefkuresinin hikmetinin öncelikle bireyin zihninde idraki, onun tüm evrenin üzerinde değerleri olarak tanıması, hikmetini kavraması, fikir sancısı duyması, yitiğini bulup onu geliştirme sorumluluğu yok mudur?
Toplum kendi teknolojisini, kendi okulunu tasarlamadan, kendi aklını ve felsefesini anlatacak söz ustalarını yetiştirmeden, kimliğine özel sosyolojisini ve psikoloji tanımlamadan, evrensel teorisini geliştirmeden, bunu araştıracak ve insanlığın hizmetine sunacak, yüksek teknolojik bilgi birikimini gerektiren sistemini kurmadan ve tüm bunları batıdan daha farklı, üstün tarzda sergilemeden, eğitim farkını nasıl açıklayacak?
Türk milletinin gayesi ne Doğu’ya ne de Batı’ya sıkışıp kalmak olmamalıdır. Türk milletinin gayesi; yeryüzüne semalardan bakabileceği bir yerden; zamandan, mekandan hür ve bağımsız bir akılla anlayıp ona bir nizam vermek olmalıdır. Gayenin istediği nizam ise Batı bedenine ruh, Doğu ruhuna beden vermek, Batı aklına inanç, Doğu inancına akıl giydirmek, Batı nefsini terbiye, Doğu ruhunu tezkiye etmek, bütün bunlara önder olacak “adam” yetiştirmek olmalıdır.
Türk İslam medeniyetinin fikir sancısını çekenlerin iddialarının, insanlığa sunacağı çözümleri olduğunu yeniden ispat edebilmek için küresel ve yerel düzeyde bu süreci yönetebilecek (eğitimde, yönetimde, ekonomide, bilimde, adalette, sanatta) fark yaratabilecek yeterli sayıda, nitelikli, azimli, samimi, erdemli, irade sahibi, tomurcuk derdinde bireylere muhtaçtır.
Son söz: Mukaddes fark, başka surlarda bir gedik açmak değil gedik açılamayacak surlar inşa etmek olsa gerek.