O gün eşimin sol kolunun son durumunu öğrenmek için Kestel’deki devlet hastanesine gitmiştik. Eşim buz pateni yaparken dengesini yitirmiş ve oldukça sert bir şekilde buzun üzerine düşmüştü. Oğlum pistte zorlukla ilerleyerek annesinin yanına gelmiş, onun başında göz yaşı döküyor; bense spor ayakkabılarımla hoyratça buza atlamış, yeni bir faciaya davetiye çıkarırcasına eşime koşuyordum. Neyse ki düşmeden eşime ulaşmıştım. Eşim ağrıyan kolunu hareket ettiremiyor acıyla inliyordu. Zorlukla pistten çıkardım onu. Oğlum göz yaşlarına boğulmuş bir halde sürekli: “Hepsi benim suçum, sabah annem beni kızdırınca annemin başına kötü bir şey gelmesini istemiştim.” diyor sonra daha da şiddetli ağlıyordu. Bir eşime ve bir oğluma teselli vereyim derken iyice kaygılı bir hal almıştım ki, daha sonra salona gittiğimizde, kazaya ve sonrasına şahit olan antrenör benim o telaştaki yüz ifademi hiç unutamayacağını söylemişti. Eşimin bu halini gören az önce bahsettiğim antrenör ve pistten sorumlu bir kaç genç bir de pistte kayan oğlunu izleyen bir baba başımıza toplanmışlardı. Bu oğlunu izleyen babadan biraz bahsetmeliyim. Eşim ve oğlum piste girdiğinde, bu adamın oğlu da pistteydi. Adam henüz yoktu izleme alanında. Kulak memelerinden biri siyah, tüylü bir benle sarılmış çocuk eşimin ve benim oğluma gösterdiğimiz her ilginin üzerine bize yanaşıyor, neler yapabildiğini göstermeye çalışıyor, habire bize bir şeyler söylüyordu. Bu yaştaki bir çocuğun başına iş açabilecek bir konuşma isteği vardı. Bu ilgi açı çocuğun bu garip halleri tahammülü az ve her an hevesi kaçmaya hazır eşimin moralini bozdu. Ama yapacak bir şey yoktu. Ellerinden geldiğince çocuktan uzak köşelerde kaymaya çalıştılar. Bir süre sonra çocuğun babası geldi. Çocuk kayarak babasının yanına yanaştı. Babası oğlunun başını okşayıp dikkatli olmasını tembih ettikten sonra aynı ilgi açlığıyla etrafı izlemeye başladı. Oğullar babalarından ne kadar çok şey alıyordu böyle. Esmer, çelimsiz ve tekinsiz bir görüntüsü vardı babanın. Çocuğuyla ilişkisi de bir o kadar ilginçti. Belki sıradan görünüyordu bu ilişki ama duyguların yaydığı ve o bazen gördüğüm buğu bunun tersini söylüyordu. Kötü bir muameleden sonra gösterilen yakınlığın hastalıklı arzusu vardı çocukta. Neyse, bu garip adamla daha garip çocuğunu bir kenara bırakalım. Şimdilik tabi, birazdan tekrar döneceğim çünkü. Hatta kendime dair bir çıkarımda bulunmama sebep olacak bu adam. Acıdan tansiyonu düşen ve yüzü bembeyaz olan eşim midesinin bulanmaya başladığını söyleyince bir türlü hareket ettiremediği kolunu kırdığını düşündüm ve alelacele yürüterek arabaya bindirip hastaneye götürdüm. Adamın bana verdiği ders de burada yaşandı. Ben eşimi zorlukla yürütmeye çalışırken o garip adam “Arabanız yoksa bırakayım” diye ısrar edince kendimden biraz utandım. Lanet olsun ön yargılara! Herkes yüzde yüz hatalı veya kusurlu değildi işte. Herkesin içinde iyi tarafları vardı. Bu yüzden kimseyi iyi veya kötü diye yargılamamak gerekirdi. Ama kategorize etmek kolaylaştırıyordu. İnsan beyninin negatif ilizyonlarından birisi işte. Neyse eşimin kolu kırılmamış sadece incinmişti. Bu yaşananlar bir anı olarak belleğimizde yerini aladursun eşimin doktordaki kontrolünden sonra Adaköy’e giden eski yoldan eve gidiyorduk. Armut ve Şeftali ağaçlarının arasından girinti ve çıkıntılarla dolu köy yolunda ilerliyor bir yanda da etrafı izliyordum. (Ne zaman metrodan inip arabama binerek bu yoldan geçsem yeşil meyve tarlalarını izlemek içime huzur verir. Şehrin o soğuk yüzünden uzaklaştığımı hissederim.) Bu yol üzerinde bir kaç peyzajcı vardı. Bu peyzajcılardan birisinin önünden geçerken malzeme koymak için yapılmış küçük ahşap kulübenin hemen önünde bir pelikan gördüm. Bir an yanlış mı gördüm diye şüphelendim. Hemen arabayı durdurarak geri vitese takıp tekrar pelikan orda mı diye baktım. Evet ordaydı. Eşim bu hareketime şaşırmış fakat yaklaşık elli metre ilerideki pelikanı görünce sebebini anlamıştı. İkimizde kıpırtısız yerde duran bu koca kuşu burada göreceğimizi hiç tahmin etmiyorduk. Bir süre bu alışkın olmadığımız tabloyu izledikten sonra eşim okuluna geç kalmasın diye tekrar hareket ettik. Fakat benim aklım hala pelikanda kalmıştı. Eşimi okuluna bıraktıktan sonra geri dönerek pelikanın aynı yerde durup durmadığını merak ettim. Ki işe gitmem için o yolu kullanmam gerekiyordu. Pelikan bıraktığım gibiydi. Arabamı park ederek arabadan çıktım ve pelikana biraz yaklaştım. Hala aramızda otuz kırk metre vardı. Arabadan çok uzaklaşamıyordum. Çünkü burada oldukça fazla sayıda köpek vardı. Bu köpekler tarlalarda yatıp kalkıyor, ansızın ağaçların arasından süzülüveriyorlardı. Hatta bazen onlarcası… Bu yüzden herhangi bir tatsız karşılaşma olursa hemen arabaya binebilmeliydim. Pelikan kendisine yaklaştığımı farketmiş sarkık alt gagasını titreterek kafasını bana çevirmişti. Ona doğru bir kaç adım daha atınca bir ördek gibi paytak paytak yürüyerek o da bir kaç adım uzaklaştı. Neden uçmadığını merak ettim. Yerden bir taş alarak acaba uçacak mı düşüncesiyle yakınlarına attım fakat oralı olmadı. Ya yaralı diye düşündüm ya da ölümünü bekleyen yaşlı bir kuş. Onu burada bırakıp gitmeye içim elvermiyordu. Hayvanları korumaya çalışan kurumlar geldi aklıma birden. İlk olarak Bursa Hayvanat Bahçesi’ni aradım. Fakat uzun uzun çalan telefona kimse cevap vermedi. Sonra hayvanlar ve doğa ile ilgili bir kaç dernek daha aradıktan sonra Hamdi isminde birine ulaştım. Durumu anlattım. Bana gereken yerleri arayıp ekibin geleceğini söyledi. Bunun üzerine arabaya binerek bir yandan müzik dinleyip bir yandan da pelikanı takip etmeye başladım. Hava bir güneşli bir bulutlu bir nisan havasıydı. Camları açmış kafamı geriye yaslamış bekliyordum. Gözlerimi açtığımda hemen pelikanı aradım on metre kadar uzaklaşmıştı. İçim geçmiş yarım saat kadar uyumuştum. Tekrar Hamdi beyi aradım fakat ulaşamadım. Whatsapp’tan yazarak ekibin ne zaman geleceğini sordum. Bir süre sonra ekibi tekrar aradığını ve bir saate kadar geleceklerini söyleyen bir cevap mesajı aldım ondan. Bu kadar bekleyemezdim. İşe gitmem gerektiğini, ekip gelirse numaramı onlara vermesini böylece pelikanın tam yerini tarif edebileceğimi yazdım cevap olarak. Sonra arabamı her zaman bıraktığım metronun yanındaki otoparka bırakarak metroya bindim. Aklım pelikandaydı. Bırakmamalı mıydım acaba? Ya ben başına gelebilecek bir şeyi engelleyebilecekken onu yalnız bıraktıysam? Ben gider gitmez bir köpek üzerine atlayıp, beyaz tüylerini kana buladıysa. Ya da öfkeli bir hayatın sarstığı ahlaksız çocuklar ona eziyet ediyorsa. Bu düşüncelerle metronun soğuk camına başımı yaslayıp dışarıya bakarak kabaran vicdanımı teskin etmeye çalışıyorken telefonum çaldı. Arayan ekipten birisiydi. Pelikanı daha önce Hamdi Bey’e attığım konumdan bulmuşlardı. Merakla pelikanın ne durumda olduğunu sordum. “Hiç bir şeyi yok” dedi karşımdaki ses biraz da gülerek. Sadece dinleniyormuş. “Biz yanına gidince uçtu” dedi benim telaşımı küçümser gibi bir hava sezdiğim bir ses tonuyla.. Teşekkür ettikten sonra telefonu kapadım. Ben de gülmeye başladım elimde olmadan. Yorgun bir pelikan günümün yarısını yemişti. Yine de bana sıradan hayatımın içinde böyle ilginç bir zaman yaşattığı için ona şükrandım.