Ya evde yoksan

Dünyanın herhangi bir yerine yolculuk artık çok kolay. Cebinizde paranız ve zamanınız varsa beklesin sizi Eyfel Kulesi, Çin Seddi, Boğa Güreşleri, Hindistan’ın dar ve kalabalık sokakları, Ekvator’un devasa ormanları… Dünyayı daha iyi kavrar, insanları daha yakından tanır, kendinizi daha gelişmiş hissedersiniz. Her türlü araç hizmetinize seferber olur: Uçak, araba, tren, vapur, motorsiklet, bisiklet, vs. Öyle bir hızla ülkeler değiştirirsiniz ki İskender yattığı yerden kalksa sizi yenilmez bir hükümdar sanır, III. Ramses tanrı diye size tapınmaya kalkardı.

Fakat bir yolculuk var ki, bu yolculuğu yapabilmek için ne paranız, ne kredi kartlarınız ne de seyahat çekleriniz yeter. Bunları -imkansız ya- bir şekilde tedarik etseniz bile iradeniz su koyuverir. İradenin yanında algınız, bilinciniz, vicdanınız ve aklınız da… Bu yolculuk içinize yani ruh denilen o cevhere yolculuktur.

Modern insanın en büyük sorunu da budur. Kabuk gibi kendisini sarmış olan arzularının, koşuşturmacalarının, ilgilerinin, tüketim hırslarının altındaki o asıl kendileri olan şeye ulaşamamaları… Sadece dipteki bir kayanın hareketiyle oluşan kabarcıkların yüzeye çıkması gibi, kabuğuna çarpan duygularına odaklanır. Bu duygular adeta bir komut gibidir. Bir robot gibi bu uyarılara tepki verir.

Daha derinlerde neler olmaktadır, daha diplerde neler yaşamaktadır, bilmez çoğu zaman. Bilmek de istemez. O kendisi olmayı da istemez zaten. O iradesini kullanmayı sevmediği gibi, içine bakmayı da sevmez. O gizemli özün kapısını çalmaktan korkar, çekinir. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket olan ölümü unutarak yaşaması gibi bu özü de unutur. Çekiçle vururcasına daha da derinlere gömer. Bunu bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir nevi yaşamı kabullenmek ve normalleştirmek için yapar. En güzel gerçek, en çabuk yalanlanabilir olandır çünkü.

Toplum aklı diye bir şey var, bilir misiniz? Mesela insanların çoğu ne yapıyorsa o genel olarak en kolay olan ve kârlı olandır. Mesela insanların çoğu belirli bir araba modeline yöneliyorsa bilin ki o arabayı almak mantıklıdır. Veya metroya bindiklerinde insanların nerelere oturduğuna dikkat edin. Bu beni nedense hep hayretler içerisinde bırakır. Çünkü sanki aynı anne babanın çocuklarıymış ve aynı aile ahlakından geçmişler gibi hep arkada, pencere kenarında ve metronun gidiş yönüne doğru otururlar. Hatta yarışırlar o koltuklara oturmak için. Demek ki, arka, pencere kenarı ve metroyla aynı yöne bakan koltuklar daha rahattır -ki öyledir de-. Bu akıl bireysel akıldan farklıdır. Adeta mantığın sesi gibidir. Çoğu zaman bu ortak akla uymadığınızda erdemli bir insan olursunuz. Bu ortak akıl bize fazla derin düşünmemizi ve iç dünyamızın kapısını çalmamamızı da söyler. Gündelik çıkarların ve hesapların kölesi olmamızı da… Mantıklıdır çünkü. Hayat böyle kolaylaşır. Çok düşünen ya sıyırır ya dervişleşir ya da aptallaşır onlara göre. Maalesef bu da kısmen doğrudur. Bu yüzden çoğu insan sevmez ince düşünmeyi. Anlık ve yüzeysel hislere odaklanır ve onları geçiştirme çabası içerisindedir hep. Matrix evrenini bilirsiniz. Herkes rüyasından memnunsa neden uyansın?

Çalacağınız kapının arkasından ne çıkacağını bilmiyorsanız çalar mısınız? Toplum aklı “çalma” der, “Başına iş açma.” Haklıdır da. Ama o kapıyı çalmadığınızda kendinizle yüzleşemeyeceksiniz. O kapıyı çalmadıkça sizi siz yapan soruları göremeyeceksiniz. O kapıyı çalmadıkça aldatılmış ve yanıltılmış olduğunuzu fark edemeyeceksiniz. O kapıyı çalmadıkça yaralarınızı göremeyecek ve böylece iyileştiremeyeceksiniz. O kapıyı çalmadıkça acemi bir aktör olduğunuzu anlayamayacaksınız. O kapıyı çalmadıkça yıllardır bir yabancıyla yaşadığınızı öğrenemeyeceksiniz.

Bence bir kez de olsa çalmayı deneyin. Sizce de bu riski almaya değmez mi? Tabi bir risk daha var, o da yazımın başlığında.

 

Son Yazılar

Yazmak, çizmek peşinde, yanmayı pişmeye tercih eden biri...