Belirsiz zamanlar yaşarken, bir tavşan çıkageldi karşıma. Kolunda kocaman bir saat, sürekli bir gözü saatin acımasızca ve sanki yarışıyormuşçasına dönen ibrelerinde. Adeta akan giden zamanı daha da hızlandırmak ister gibi zıp zıp zıplayarak daha da yanıma geldi. Sonra sanki büyük bir fedakarlık yapmışçasına yüzüme bakarak, “Saat kaç efendim?” diye sordu. Anlamsızca baktım ona. Bir cevap vermem mümkün değildi şu an. Edebiyata meyleden sayısalcı aklım “Bir doğrunun iki ucu da sonsuza gittiğine göre uzunluğu ölçülemez. O halde başı ve sonu belli olmayan zaman nasıl ölçülür?” diye bir soru sormak istedi karşımdaki garip canlıya ama cevap alamayacağın bir soru sormanın ahmaklık olduğunu da çabuk kavradı. Tavşanı daha önce bir yerde gördüğüm hissine kapıldım birden. Kafasındaki şapkası, üzerindeki dar yelek… Onu kesinlikle bir yerde görmüştüm. Birbirine her anlamda yabancı olan insanların tedirginliğini duymaya ve birbirimizin varlığından rahatsız olmaya başladığımızda tavşan aynı aceleyle yine bir gözü ibreleri fırıldak gibi dönen saatinde zıp zıp uzaklaştı. Derken üzerimden bir duman kalktı. Kapağı yeni açılmış bir düdüklü tencereden yükselen dumanlar gibi beyaz ve yoğun bir dumandı bu. Duman biraz havalandıktan sonra daha da yoğunlaşarak benim suretimde karşıma dikildi. Fakat daha solgun ve daha şeffaftı. Aristo ve Platon’un uyumlu duruşundan ziyade, Faust’la Mephisto gibi rahatsız edici bir birarada oluştu bu. Duman halim, “Doğrunun uzunluğu ölçülemez ama sabit uzunlukta parçalara ayrılabilir, tıpkı zaman da onun gibi birimlere bölünebilir.” dedi. Sesi varla yok arasında, hem kapsayıcı hem de cılızdı. “Hiç bitmeyecek bir yolda giden yolcu neden yolu ölçsün ki?” diye soracak oldum fakat cevap daha son çıkardığım hecenin etkisi kaybolmadan geldi: “Ne kadar gittiğini bilir en azından?” Bu açıklama bana ilkinden de saçma geldi. “Sonsuz bir yolda gidilen ve o sonsuzluğun içinde hiçleşmeye mahkum bir mesafenin ölçülmesi neyi ispatlar insana.” Duman halim bu soruyla adeta bir is gibi karardı ve etrafımı zifiri karanlığa boğdu. Onu kızdırmıştım sanırım fakat savunduğum şeylerin herhangi bir mantık barındırıp barındırmadığını bilmiyordum bile. Birden önümde bir yol belirdi. Çamur bir patika yol alabildiğine uzanıyordu. Yolun iyi bir yere gitmediğini bilmeme rağmen yürümek istiyordum. Hatta yürümezsem çatlayacaktım. Garip bir bağımlı arzusuyla yürümeye başladım. Her adımımda kayıyor düşmemek için kollarımı iyice açıp yaralı bir kuş gibi çırpınarak dengemi sağlamaya çalışıyordum. Çok gitmemiştim ki önümde bir çukur olduğunu gördüm. Ne atlamam ne de çevresinden dolaşmam mümkündü. Adeta önümde bir duvar var gibiydi. Derken çukurdan birşey yükselmeye başladı. Önce tırtıla benzeyen insan boyutlarında bir canlı göründü sonrasında ise onu üzerinde taşıyan kocaman bir mantar. Tırtıl, tavşanın taktığı sihirbaz şapkasına benzeyen bir şapka takmış boğumlu vücuduna uygun boyuna çizgili bir takım elbise giymişti. Tek gözünde de gözlük görevi gördüğünü düşündüğüm yuvarlak bi cam duruyordu. Fakat burunsuz yüzünde düşmeden nasıl duruyordu ona akıl erdirememiştim. Tırtıl bir düzüne olan kollarından birisini arkasına götürerek tüten bir çubuk çıkardı. Sonra çubuğu ağzına götürerek derin derin çekip etrafa nargile dumanı gibi beyaz dumanlar yollamaya başladı. Etraf yeniden aydınlandı; o bunaltıcı karalık yok oldu. İçim biraz ferahlamıştı. “Beni yemek ister misin?” diye sordu tırtıl, kelimeleri yayarak ve ağzından duman boşaltarak. Şaşırmıştım. Açtım evet ama onu yani şu karşımdaki kanlı canlı varlığı gözlerine baka baka yemek ağlıktan ölsem de yapabileceğim bir şey değildi ki, zaten ondan tiksinirdim de. Cevap vermediğimi görünce soruyu duyamadığımı düşünmüş olmalı ki daha yüksek sesle “Açsın biliyorum beni yemek ister misin?” diye sorusunu tekrarladı. Midem, insana kulaklarının olduğunu düşündürecek şekilde biranda guruldamaya ve boşluğunu iyice bana hissettirmeye başladı. İri tırtıl gözüme yenilebilir gözüküyordu şimdi. Kıvrımlı dolgun ve yumuşak etleri kolayca ısırılıp koparılabilir görünüyordu. Bu düşüncenin yanlış olduğunu biliyor ama bir türlü kendime hakim olamıyordum. Daha fazla dayanamayarak bir leoparın avına atladığı gibi üzerine atladım fakat tırtıl bir anda dumanlar içinde kayboldu ve ben tırtılın boşalttığı çukura doğru düşmeye başladım. Açlığım ve zaman büyüdükçe büyüyordu sanki ben düşerken.
Resim: dribble.com