Şiddet kurbanı bütün kadınlar için ithaf olunur…
Sahnedeydi, yorgun ancak tükenmemiş, gözüne ışık değmiyordu belki ne gam; Kalbinden ışık saçıyordu. Bu onun son sahnesiydi. Bir kuğu gibi süzülüp, söylüyordu şarkılarını. Tarih 1989’du. Kayseri Fuarı’nda 13 Ağustos’u 14 Ağustos’a bağlayan sıcak bir gece yaşanıyordu. Gelen istekleri değerlendiriyordu genç kadın. Ve bir istek daha geldi; ”Garibin çilesi mezarda biter.” O istek bir kaç saat sonra gerçeğe dönüşecekti. Sanki kaderini biliyormuş gibi bir başka hüzünle okudu şarkıyı… Genç bedeni kezzabı tanımıştı. Şiddet, ataerkil kültürün acımasız bir parçasıydı. Bu kültür genç bir kadını suçsuz yere mahkum etmiş, genç kadın direndikçe bir kez daha bir kez daha acımasızca üstüne gelmişti. Direndi ancak daha ne kadar direnecekti? Kurşunlar yağan bedeni ölümü yenemedi, sesiyle hala sitem eder bizlere. “Beni neden korumadınız?” diye haykırır. Yere düşen narin bedeni sahnelere doymadan, topraklara doymuştur. Neden koruyamadık? Bir o mu fazla gelmişti bu dünyaya? Belki de iyilerin kaderi erken ölmekti. Ne diyordu bu güzel kadın: “Tanrım kötü kullarını sen affetsen, ben affetmem. Bütün zalim olanları sen affetsen, ben affetmem. Sen Tanrısın; affedersin. Bağışlarsın; kulum dersin. Neler çektim; sen bilirsin. Sen affetsen, ben affetmem; sen affetsen, ben affetmem. Bütün zalim olanları sen affetsen, ben affetmem.”(11) Sen bizi affet! Güzel kadın. Seni koruyamadık ancak çok sevdik. Sen affet…
Mersin’de başlamıştı öyküsü. 1958’de sıcak bir Temmuz günü doğmuş, kısacık ömrü yine sıcak bir Ağustos günü 1989’da Pozantı kara yolunda bitmişti. Annesi yanındaydı. Kızı kaderini onu bizden koparan kurşunlarla karşılarken elinden bir şey gelmemişti zavallı kadının. Kızının masum kanı yere dökülürken, bir anne için en acı şey; çaresizce çığlık çığlığa yardım istemekti. Ve bu güzel kadının şarkıları yine gerçek olmuştu; Canını, canım dedikleri (kocası) almıştı. ”Canım dediklerim canımı aldı. Gönül sarayımı yıkıp gittiler. Bu mutsuz yaşantım onlardan kaldı. Beni ölenlerden beter ettiler. Haykırsam dünyaya ettiklerini, yine anlatamam çektiklerimi. Tanrım zalim yapmış sevdiklerimi. Beni sevdiğime pişman ettiler.”(1)
31 yıllık kısa ömrü yol kenarındaki bu lokantada son bulurken, belki de hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmiştir. Bir roman gibi olan yaşamı aslında masum isteklere dayanmaktaydı; sıradan ve dönemindeki birçok kadının kurduğu düşlerdi istedikleri ve hiçbir zaman elde edemeyecekti bunları. Evinin kadını olmak istiyordu. İyi bir eş ve çocuklarına iyi bir baba istiyordu. Sevmek ve sevilmek istiyordu. Altı yaşındayken babası ile annesi ayrıldı. Annesiyle birlikte Ankara’ya göç ettiler. Yenimahalle’de mütevazi bir eve yerleştiler. Mersin’de kalan babası ise kısa bir süre sonra vefat etti. Başarılı bir öğrenciydi. Müzikte ise yeteneği fark edilmekteydi. İlköğretiminin ardından öğretmenlerinin de vasıtasıyla konservatuara yönlendirildi. Piyanoda gelişme kaydediyordu ancak müzik öğrenimi sadece iki yıl sürdü. Annesinin geliri müzik eğitimini sürdürebilmesine yetmiyordu. Genç kızın çalışması gerekiyordu. Genç kıza yasal mevzuatı biraz zorlayarak PTT’de bir memuriyet ayarladılar. Artık ailenin yükünü omuzlarına alacaktı. Annesine de bakacaktı. Çok geçmeden genç kalbi bir farklı atmaya başladı. Birden aşık olmuştu. İşte aradığı hayat buydu; Aşk, evlilik, mutlu bir yuva. Ancak aldatılmayı da çok erkenden yaşadı. Gururu ve deneyimsizliği hızlı bir istifa kararı almasına yol açmıştı. Aşık olduğu ancak gururu nedeniyle ayrıldığı adamın fotoğrafı elinde, acıları yüreğinde Yenimahalle’deki evinin penceresinden bakıp, kim bilir hangi şarkıları söylemişti? Ancak yıllar sonra okuduğu bu ezgi ona PTT anılarını hatırlatmıştır belki de: “Yaşamayı senle anladım. Sende öğrendim ben sevmeyi. İnan aşk nedir bilmiyordum. Sende tanıdım bu duyguyu. Elimde duran fotoğrafın, baktım inan tanıyamadım. Bu şarkımı ben sana yazdım. Sense hala anlayamadın.”(2)
PTT günleri bitmişti artık. Bir gece arkadaşlarıyla birlikte eğlenmek için “Feyman Klüp”e giderler. Arkadaşlarının da ısrarıyla sahneye çıkar ve “Batsın Bu Dünya” ezgisini söyler. Tesadüfen bu güzel yoruma işletmenin sahibi İlhan FEYMAN da şahitlik etmiştir. Ve o anda bir iş teklifinde bulunur. Takvimler 1977’yi gösterirken genç kız yarım bıraktığı eğitimi nedeniyle içinde ukde kalan müziğe yeniden dönmektedir. Müziğe yeniden dönüş; tutunacak yeni bir dal demekti. Ve içini dökeceği eski bir dostun geri dönmesi gibiydi. Düşler bu renkli dünyada daha belirgin oluyordu. Genç kadın ekmeğini sesiyle kazanıyor, annesi de ona destek oluyordu. Yağmur ve kar Ankara’da coşku, heyecan; dertler ise yüreğinde yağıyordu; fırtınalar, boranlar yüreğinde kopuyordu. Bu adeta bir “dert yağmuru” idi. “Dinmiyor gönlümde bu dert yağmuru. Gözümden yaşları silemez oldum. Dünya’da insanlık bitti mi bilmem. Kıyamet gününe geldik mi bilmem. Sevenler kayboldu; Öldü mü bilmem. Yanımda kimseyi göremez oldum.”(3) Kısa süren Feyman macerasının ardından daha profesyonelce sarılmak istedi müziğe. Yetenekliydi; bir ev bir araba alarak eski mahallesine görkemli bir dönüş yapabilirdi. Daha güzel bir hayat, şöhret düşleri gözlerini kamaştırıyordu. Adana’da bir pavyon ile anlaştı. Sekiz ay çalıştı. Sözleşmenin maddelerini ustaca hazırlamış olan işletmeci, genç kadına emeğinin karşılığını vermedi. Bu zorluklar sırasında pavyon sahibinin arkadaşı da olan genç bir adam, kadının yanına ”beyaz atlı prens” gibi sokuldu. Onun haklarını savundu. Onu teselli etti. Maddi yardımda bulundu. Genç kadın kendisine sahip çıkan, kol kanat geren bu adama karmaşık duygular hissetmeye başlamıştı. Tabi genç kadın “beyaz atlı prens” gibi kendisini kurtaran adamın hikayenin sonunu altı kurşunla yazacağını bilemezdi. Kadının gençliği elinden adım adım gitmeye başlamıştı. “Bu aşk beni del eyledi bir kötüye kul eyledi… Bu aşk beni öldürecek ocağımı söndürecek. Biliyorum: En sonunda dilden dile düşürecek. Dizlerimde derman bitti. Sözlerimde ferman bitti. Gençlik elden uçtu gitti. Beni geçmez pul eyledi.”(4)
Genç kadın, kendisine sahip çıkan bu adama aşık olmuştu. Kısa sürede nişanlandılar. Evlilik hayalleri yüreğini sarmıştı. Adamın hafiften şiddet eğilimli olduğunu hissediyordu ama aşık olduğu için pek de aldırmıyordu. Toplumdaki genel yargı neydi? Sonuçta erkek değil miydi? “Döverdi de severdi de.” Ona da öyle öğretmişlerdi. Öğretilenlerin yanlış olduğunu söylediği ezgiler gerçek olunca, anlayacaktı. Ancak yıllar affetmeyecekti. “…Takvimden dökülen bir yaprak gibi düşeni götürür yıllar affetmez… Öyle bir dünya bu; vefadan yoksun. İsterse kainat servetin olsun; Düşeni götürür yollar affetmez”(5). Aşık olduğu, nişanlandığı adamın evli olduğunu öğrendi. Kurtulmak istedi. Çareyi kaçmakta buldu. Rotayı bir kez daha Ankara’ya çevirdi. Artık sahnelere uvertür olarak çıkacaktı. Ancak Adana’da annesiyle oturduğu ev yanacak ve yine “beyaz atlı prens” yardımlarına koşacaktı. Minnet, sevgi, nefret, aşk birbirine karışmış; ortaya tarifi olanaksız bir tutku çıkmıştı. Bu tutku meyvesini verdi. Hayatının aşkıyla evlendi. Tartışmalar, kavgalar peşlerini bırakmayacaktı. Zaman zaman tehditler de bu çarpık iletişimin parçası haline gelebiliyordu. Zaten mevcut kültürel yapı bu duruma uygundu. “Karı koca arasına girilmezdi.” Erkekliğin raconunda “Ya benimsin ya kara toprağın” demek de vardı. Genç kadın sevgisinin bedelini ödemeye başlamıştı. “Ne istedin benden anlayamadım. Bunca zaman seni tanıyamadım. Sana ne yaptımsa yaranamadım. Sevgimin bedeli bu muydu söyle. Geriye dönecek yol mu bıraktın? Yüz yüze bakacak göz mü bıraktın? Paramparça ettin benim dünyamı. Sana söylenecek söz mü bıraktın?”(6)
Genç kadın eşiyle bir süre sonra ayrı yaşamaya başlar. Çalışmak için İzmir’dedir. Yoğun bir şekilde sahne almaktadır. 1982 Ekim ayının son gecesi hayatı tamamı ile değişecektir. Eşi tarafından azmettirilmiş bir şahıs Alsancak’taki klübün çıkışında elinde bir kova dolusu kezzap ile talihsiz kadını beklemektedir. Genç kadın klüpten çıkıp yürümeye başladığında, attığı adımların felaketi olacağını bilememektedir. Aniden olanlar olmuş, yürekleri sızlatacak bir çığlık duyulmuştur. Ambulans sirenleri çığlıklara karışır ve hastane günleri başlar. Hastanede kendisine geldiğinde, iki gözünün de kapandığı gerçeği ile yüzleşir. Çektiği bu acının karşısında göz yaşları bile yanında değildir. Acılarını içine akıtacaktır. Belki hastane günlerinde Tanrısından, daha sonra söylediği ezgide olduğu gibi, onu yakanın da yanmasını istemiştir. “…O Hiç bir cezayı hak etmedi mi? Onu da yak Tanrım! Ateşlerde yak! Ben nasıl çektimse ona da çektir. Ben gibi onu da canından bezdir. Öğrensin sevmenin bedeli nedir. Onu da yak tanrım! Ateşlerde yak!”(7) Dönemin ünlü bir estetik cerrahının bedel almadan operasyonları üstlenmesi ile bir dizi operasyonu atlatır. Annesinin de desteği ile yaralarının sarmaya başlar. Çok başarılı bir operasyonla gözünün birisi kurtarılır, diğer gözü ise tamamen alınır. Genç kadın iki kez sevinir; Hem ışığa hem göz yaşlarına kavuşmuştur. Rüyalarında sahnelere çıkar. Neon ışıkları altında büyük sanatkarlar onun sahneye davet etmekte, alkışlatmaktadır. Uyandığında ise göz yaşlarına boğulur. Tek gözü kör, vücudu yanıklarla dolu bir kadını kim sahneye çıkartacaktır? Kim onu alkışlayacaktır? Feryat eder haline. Dualar eder. Bir kul feryadıdır yaşadığı. “…Dünyanın azabı içinde kaldık. Sevenler unutmuş, sevmiyor artık. Gönüller dolusu aşklara yazık. Bahtına gücenmiş kul feryadı bu. Seven sevdiğinden ayrılık aldı. Mazinin acısı gönülde kaldı. Alnıma yazılmış yazıya daldı. Bahtına gücenmiş kul feryadı bu. “(8)
Yıllar yılları kovaladı. Genç kadın aradığı şöhrete kavuştu. İzleri hem yüreğinde, hem bedeninde olan yaraları biraz sarılmıştı. Ancak söylediği her şarkıda kendi yaralarını tekrar kaşıyor, kanatıyor, yaşadığı acıyı sesiyle dinleyiciye geçiriyordu. O, artık “Acıların Kadını” idi. ”Yıllar yılı dert yolunda, ne ilk ne de sonuncuyum. Kahrediyor hayat beni. acıların kadınıyım. Söylemiyor kimse derman. Öyle zor ki mutlu olmam. Yüreğimde büyük ferman, acıların kadınıyım. Ben acılar kadınıyım. Çekip gitti sevilenler, gariplerdi ezilenler. Dünya sizin; sevmeyenler. Acıların kadınıyım. Ben acılar kadınıyım.”(9)
Sahnedeydi, yorgun ancak tükenmemiş, gözüne ışık değmiyordu belki ne gam; Kalbinden ışık saçıyordu. Bu onun son sahnesiydi. Bir kuğu gibi süzülüp, söylüyordu şarkılarını. Tarih 1989’du. Kayseri Fuarı’nda 13 Ağustos’u 14 Ağustos’a bağlayan sıcak bir gece yaşanıyordu. Gelen istekleri değerlendiriyordu genç kadın. Ve bir istek daha geldi; ”Garibin çilesi mezarda biter.” O istek bir kaç saat sonra gerçeğe dönüşecekti. Sanki kaderini biliyormuş gibi bir başka hüzünle okudu şarkıyı. ”Garibin kabrinde bülbül çilemez, yanar için için, kimse bilemez. Feleğin kahrına aman bilemez, akan gözyaşlarım sel olur gider. Garibin çilesi ölünce biter, gönlümde güneşler batar bir anda. Ruhumu hicranlar sarar bir anda. Goncalar, yapraklar dolar bir anda. Bütün sevdiklerim el olur gider. Garibin çilesi mezarda biter. Mezar taşlarında okunmaz adım. Söner yüreğimde nice muradım. Ölürken yanımda yari aradım. Emeller, arzular yel olur gider. Garibin sevdası ölünce biter.”(10) Gece 04 : 00. Yer yol kenarında bir restaurant. Kadın, eski kocasına artık istemediğini söyler. Sonrası mı? Gecenin sessizliğini kurşun sesleri bozar. Barut kokusu ve yere yığılmış bir kadın…
İşte bitti kısacık hikayemiz. Mersin’de Belgin SARILMIŞER. Sahnelerde ”Acıların Kadını BERGEN”. Genç bedeni kezzabı tanımıştı. Şiddet, ataerkil kültürün acımasız bir parçasıydı. Bu kültür genç bir kadını suçsuz yere mahkum etmiş, genç kadın direndikçe bir kez daha bir kez daha acımasızca üstüne gelmişti. Direndi ancak daha ne kadar direnecekti? Kurşunlar yağan bedeni ölümü yenemedi, sesiyle hala sitem eder bizlere. “Beni neden korumadınız?” diye haykırır. Yere düşen narin bedeni sahnelere doymadan, topraklara doymuştur. Neden koruyamadık? Bir o mu fazla gelmişti bu dünyaya? Belki de iyilerin kaderi erken ölmekti. Ne diyordu bu güzel kadın: “Tanrım kötü kullarını sen affetsen, ben affetmem. Bütün zalim olanları sen affetsen, ben affetmem. Sen Tanrısın; affedersin. Bağışlarsın; kulum dersin. Neler çektim; sen bilirsin. Sen affetsen, ben affetmem; sen affetsen, ben affetmem. Bütün zalim olanları sen affetsen, ben affetmem.”(11) Sen bizi affet! Güzel kadın. Seni koruyamadık ancak çok sevdik. Sen affet…
(1) https://www.youtube.com/watch?v=Dr9AieYk5_g
(2) https://www.youtube.com/watch?v=9u0nX0vca6s
(3) https://www.youtube.com/watch?v=ML1t4j4fXtw
(4) https://www.youtube.com/watch?v=5DNuDmZcQAA
(5) https://www.youtube.com/watch?v=EC-Q9A8RK80
(6) https://www.youtube.com/watch?v=1BqVs2-oD5w
(7) https://www.youtube.com/watch?v=uaUcYmPKJm8
(8) https://www.youtube.com/watch?v=3qEVbO_Ek0A
(9) https://www.youtube.com/watch?v=ajx-WLkiHnI
(10) https://www.youtube.com/watch?v=71L0Ud_I-B4
(11) https://www.youtube.com/watch?v=HPLBkGlVPVc
Önemli Not: Bergen nezdinde kadına yönelik şiddete dikkat çeken bu yazıyı yazmak için üç ay boyunca ciddi bir literatür taraması yaptım. Elime geçen ve edinebildiğim bütün kaynakları değerlendirdim. Kaynaklardaki bilgiler arasında ciddi çelişkiler vardı. Maddi gerçekliği şüpheli olan hususları titizlikle elemeye çalıştım. Öncelikle şunu söyleyeyim bu yazı bir deneme yazısıdır. Biyografi yazısı niteliği taşımamaktadır. Ancak yine de biyografi yazar gibi hassas ve dikkatli olmaya çalıştım. Yazıdaki kronolojik sıralamada daha çok Yavuz Hakan Tok’un şu linkte ( http://yavuzhakantok.blogspot.com.tr/2012/10/aclarn-kadn-bergen.html) bulabileceğiniz sekiz bölümden oluşan yazı dizisini esas olarak kabul ettim. Ancak bu yazarın da şu linkte (https://www.youtube.com/watch?v=yxoje6-qRgQ&t=3326s) bulabileceğiniz programındaki konuşması ile yazı arasında bazı çelişkiler mevcut. Farklı zamanlar da yapılan çalışmalar olduğu için bu hususta yazarı kesinlikle kusurlu bulmuyorum. Tarih makalesi yazarken dahi ciddi maddi yanlışlıklar yapılabiliyor. Erişilemeyen bir belge varsa, olgu yanlış yorumlanabiliyor. Ayrıca bahsettiğim yazara ilişkin hikayede geçen hüküm giymiş şahsın yaptığı eleştirileri de dikkate almaya çalıştım.
Bunun dışında Youtuber Yunus KOÇAK’ın kanalı (https://www.youtube.com/channel/UCBsGzT3waMDBqZYWc1AjSkw) konuyla ilgili çalışmaların slayt içeriklerini ve bazı sanatçı görüşlerinin olduğu videoları bulabileceğiniz bir kanal. Bu kanaldaki slayt içeriklerinin Yavuz Hakan TOK’un yazılarından yararlanılarak yapıldığını söyleyebiliriz. Ancak sanatçı yorumlarını içeren videolarda özgün bir içerik mevcut. Yine bir başka youtube kanalı olan vibeo’nun şu linkte (https://www.youtube.com/watch?v=5jSFMoM1uPg) bulabileceğiniz kısa belgeseli de kronolojik olarak doğru kabul edilebilir.
Bazı biyografi sayfalarında ise çok ciddi hatalar yapılmış durumda. Polemik olmaması açısından onların linklerini burada vermeyeceğim. Elbette benim yazımda da bazı ufak maddi hatalar olabilir. Ancak gereken hassasiyeti gösterdiğim için bu hatalar tartışmalı hususlarla sınırlı kalacaktır. Olayı genel olarak ele alıp kronoloji üzerine yeniden özgün bir öyküleme yaptığım bir yazı oldu. Yöntem kolaylığı bakımından alıntılanan şarkı sözleri doğrudan videolinklerine yönlendirilmiştir. Bu yazının ereği tartışmalı hususlar ve yaşananlardan dolayı hikayenin kahramanlarını suçlamak değildir. Tam tersine geçmiş geçmişte kalmıştır. Buradaki ana ereğimiz: Bergen’i ve şiddet kurbanı kadınları anlamaktır. Çünkü anlamak duyarlılığımızı arttırır. Bugün yine kadına şiddet olgusunu tartışıyoruz. Demek ki şiddet konusunu yeterince anlamamışız ve yeterince duyalı olamamışız. İyi okumalar diliyorum…