Isaac Asimov’un okuduğum ilk kitabı “Ben, Robot”. Bu benim ayıbım tabi. Bilimkurgu romanları çok sevmeme rağmen Asimov’a yolumun düşmemesinin açıklanır bir tarafı yok. Ama zararın neresinden dönülürse kardır, düşüncesiyle bu kitap elime geçer geçmez okumaya başladım.
Kitap beklediğim gibi, Asimov’un ününe yakışır bir kalitedeydi. (Burada ün kavramını popülariteden ayrı düşünelim lütfen. Ün emekle ve yetenekle gelir, diğerinin aksine.) Bir solukta ve heyecanla okuduğum, bilimkurgu dünyasını iliklerime kadar hissettiğim etkileyici bir kitaptı.
Kitapta dokuz robot öyküsü yer alıyor. Her bir öykü ayrı ayrı okunabileceği gibi, tüm öyküler bir roman bütünlüğüyle de okunabiliyor. Çünkü tüm öykülerde aynı ana karakterleri görüyoruz: Robopsikolog Dr. Calvin, robot test uzmanları Donovan ve Pawell. Bazen Dr. Calvin bazen de diğer iki uzman çıkıyor. Öyküler 1950 yılına kadar dergilerde yayınlanmış sonrasında ise Dr. Calvin’le röportaj yapan bir gencin üst kurgusuyla tek kitap haline gelmiş.
Asimov, kendi dönemindeki robot romanlarından farklı bir tarz ortaya koymak istemiş. O dönemde robotlar genellikle insanlığa rakip olan ve tüm dünyayı ele geçirmek isteyen kötücül varlıklarken, o robotları insanlığın hizmetinde olan ve belirli kurallara tabi makineler olarak hayal edip, gelecek dünyasını inşa etmiş. Onun evreninde robotlar oldukça gelişmiş bir zekaya (onun tabiriyle pozitronik beyne) sahiptir. Bu, yapay zekanın çok ileri bir düzeyidir. Robotlar insansı düşünce ve duygu yapılarına sahiptirler. Yazarın bu öyküleri ele aldığı dönemi düşündüğümüzde bu oldukça hayran uyandırıcı bir öngörüdür. Ki ilk elektronik bilgisayar olarak kabul edilen ENİAC, 1943 yılında üretilmiş ve yaklaşık olarak 30 ton ağırlığında bir makinedir ve hava tahminleri için kullanılmaktadır. Modern bilgisayarlar bile 1965 yılından sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Yazar bu kitabı yazarken ne internet ne de bir şey sorduğumuzda bize cevaplar veren algoritmalar mevcuttu. İleride bu sistemlerin ortaya çıkacağını düşünmek bile çılgınca bir düşünce… İşte bir bilimkurgu yazarını efsane yapan şeylerden birisi de bu sanırım. Zamanı iyi okumak ve bu malzemelerle geleceği öngürebilmek… Tabii ki geleceği her şeyiyle doğru tahmin etmek mümkün değildir. Bilimkurgu yazarları Nostradamus değildir, onlar bilimi, insanların eğilimini ve teknolojiyi okur. Bu yüzden kahinlerden daha doğru bir şekilde geleceği tahmin etmişlerdir. Yapay zekayı o dönemde ve bizim ulaşmak istediğimiz ölçüde hayal etmek ve bunu sanki doğal bir şeymişçesine kurguya yedirmek, işte Asimov’u büyük yapan şey.
Yapay zekâ son yılların en büyük teknolojik atılımlarından birisi sanırım. Her sene çok büyük rakamlarda paralar bu alanın Ar-ge çalışmalarına aktarılıyor. Dev teknoloji şirketleri yarış halinde. Her biri diğerlerinden önce bu sektörü domine etme peşinde. Öncesinde de biz farkında olmasak da algoritmalar yani yapay zekâ hayatımıza birçok sektörde girmişti. Fakat yapay zekalara resim çizdirmeye başladıklarında anladık aslında ne kadar ilerlediğimizi. Sanatçılar bu etkileyici resimlerin bir sanat eseri olup olmayacağını tartışadursun, birden ne yazarsanız size mantıklı cevaplar veren, istediğiniz öyküyü istediğiniz yazarın tarzında yazabilen, soru çözen, öneride bulunan “chat” yapay zekâları ortaya çıktı. Şimdi de metin yazarlı, edebiyatçılar tartışmaya başladı. Bu algoritmalardan ortaya çıkan metinlerin bir değerinin olup olmadığı konusunda düşünceler dile getiriliyor. Hala bebek diyebileceğimiz bir noktada yapay zekâ fakat bu haliyle bile heybetli, heyecan verici ve “ürkütücü”.
Dev şirketlerin geleceği tasarlamaktaki motivasyonlarını hep tükeci-bağımlı eksenindedir yani para odaklıdır. Kapitalizmin abideleri olan bu şirketler, büyümezlerse ve sürekli daha çok para kazanmazlarsa ölürler. Yani onlar bir şeyi geliştirirken bunun etik olup olmadığı, insan psikolojisine veya fizyolojisine uygun olup olmadığını, kültürel yapıyı nasıl etkileyeceği, ruh dünyamızda nasıl yansımaları olacağı, alışkanlıklarımız, bağlarımız üzerinde ne gibi etkileri olacağı, toplumsal yapı üzerindeki tesirleri vs. onları pek ilgilendirmez. Onlar kanser gibi sadece sarar ve her hücreyi kendi karanlıklarına çekmeye çalışırlar. Onlar virüs gibidir. Öldürerek ve sindirerek çoğalır. Maalesef acı ama gerçek bu. İşte edebiyatın hayatiliği ve kurtarıcılığı burada devreye giriyor. Bize sunulmayanı, bizden saklananı ortaya çıkaran protest bir duruş sergiler bilimkurgu. Bu emperyalist ve kapitalist şirketlere savaş açar. Onların gizlediklerini, bilinsin istemediklerini ortaya çıkarır. Bize o teknolojilerle nasıl bir hayatın ortaya çıkabileceğini ve geleceğin nasıl olabileceğini gösterir. İnsanın bu dönüşümlerdeki yerini, duygularını, rolünü ortaya koyar ve toplumun neye dönüşeceğini bize ilan eder. Bu değişimlerin insana ne katacağını ve insandan ne çalacağını anlatır bize. Kaybedeceklerimizi bir kefeye, kazanacaklarımızı bir kefeye koyar. Bize her şey olup bitmeden bir seçme şansı sunar. Aslında neye dönüşeceğimizi anlatır. Böylece şirketlerin sahte süslerinden arınır gerçekle yüzleşiriz. Benim için bilimkurgu budur işte: Değişime karşı, dönüşüme karşı insanı insan yapan şeyleri korumak.
Heyecanla takip ettiğimiz yapay zeka bir resim çizdiğinde bunun sanat eseri olup olmadığını veya bunun ileride neye dönüşeceğini ya da chat uygulamalarının sözde sağladığı “kolaylık”, bizi ne noktaya götürecek, insandan neler alacak bunun cevabını şirketler veremez. Bunun cevabını bize edebiyatçılar ve düşünürler verir ancak. Bu yüzden bilimkurgu edebiyatı oldukça önemsiyorum ve geleceğin baskın türü olacağını düşünüyorum.
Asimov’da daha 1950’li yıllarda bizleri uyarıyor ve yapay zeka ile imtihanımızı muhteşem kurgusuyla sınıyor ve adeta simüle ederek bize gösteriyor ve bize paha biçilmez bir yol gösteriyor: “Üç Robot Yasası.” Asimov, geleceğe ve özellikle de robotlara negatif bir perspektiften bakmıyor. İnsanların makinelere her zaman üstün olacağını ve tabiri caizse onların hep makine olarak kalacağını iddia ediyor bu kitabında. Her ne kadar üstün bir zekaya da sahip olsalar, insanların onlardaki potansiyeli kısıtlayan güvenlik önlemleri alarak onları kontrol altında tutabileceklerini söylüyor. Fiş sizin elinizdeyse hangi testere sizi kesebilir ki.
Gelelim şu meşhur Üç Robot Yasası’na. Asimov’un daha ilk öykülerinden beri aklında olan ve uzun düşünceler sonucu oluşturduğu bu yasalar şöyle:
1- Bir robot bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.
2- Bir robot, birinci yasayla çelişmediği sürece insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır.
3- Bir robot, birinci ya da ikinci yasayla çelişmediği sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır.
Bu kurallar robotların pozitronik beynine değiştirilemeyecek şekilde işlenir. Böylece aşılamaz bir güvenlik alanı oluşmuş olur robotlar için. Bu sayede insanlar hep robotların efendisi olarak kalmaya devam eder. Bu kitaptaki dokuz öykü de bu üç kanunla ilgilidir. Her öyküde bu kanunlar sınanır ve adeta Asimov bu kanunların geçerliliğini insanlığa göstermek ister. Artık bir psikolojiye sahip olan robotları inceleyen Dr. Calvin, bu yasaların kodlandığı beyinlerin hangi durumlarda hangi tepkileri verebileceği ve bunun ne gibi sorunlara yol açabileceğini inceleyerek adeta bazen de bir dedektif gibi olayları aydınlatır.
Asimov’un bir bilim adamı (Biyokimya Profesörü) kimliğini kitaba bolca yansıttığını görürüz. Anlatımları ve öngörüleri(kurguları) sağlam bilimsel yaklaşımlar üzerine kurulu. Birçok bilimsel terim kullanır ve ayrıntı verir bu kitabında. Fakat bunları öyle doğal akışında yapar ki, olması gerekenin o olduğunu düşünür ve anlatılanı gerçek gibi kabullenirsiniz. Özellikle mekân ve atmosfer tasvirleri oldukça ayrıntılı olmasından dolayı, bir sahne gibi gözünüzde canlandırıyorsunuz okuduklarınızı. Anlatılanların zihinde kurgulanmış bir evrenin parçaları olduğunu anlamanız uzun sürmez. Ki bu geniş tasarımlar kesinlikle okumayı düşündüğüm ve Asimov’un en önemli eseri olarak gösterilen “Vakıf” serisinde daha çok kendini gösterir diye düşünüyorum.
Asimov, oldukça üretken bir yazarmış. Beş yüz civarı eser vermiş. Yazmak için daktilomun başına oturman yeter diyen tam bir kalem işçisi. Dili sade, gereksiz süslemelerden arınmış ve demek istediğini en net ve dolaysız söyleyen bir yazar. Bu üslubu korumak için edebiyatın büyük ve klasik yazarlarının eserlerini okumadığını söylemiş. Anlatımı oldukça akıcı, dengeli. Kurgusu hayran bırakacak kadar sağlam. Asimov’u okuyup da onun edebi kişiliğinden etkilenmemek mümkün değil. Diğer kitaplarını da hevesle okuyup, onun külliyatını tamamlamayı düşünüyorum.
Konu bilimkurgu ve Asimov olunca yazı dağıldı, söyleyeceğim birçok şeyi unuttum, tasarlamadığım birçok şeyi söyledim. Büyük yazarlar ve eserler beni heyecanlandırıyor. Söylemek isteyip de tüm kelimelerin ağzına yığıldığını ve ağzını açınca hangi cümlenin nereye gittiğini takip edemediğim bir duruma düşünüyorum.
Özetle; Asimov evrenine giriş için bu ilk öykülerinden oluşan değerli eseri okumanızı tavsiye ediyorum.
Değerlendirmeyi video olarak izleyebilirsiniz.