Tülü ve beraberindeki perdeyi son hızla kornişten sıyırmış, büyük bir keyifle sallanan ahşap sandalyemden şehrin dinginliğini izlemekle meşguldüm. Bütün gün mutfağı işgal eden, ama nereden çıktıklarına dair en ufak bir fikir sahibi dahi olamadığım boynuzlu böcekleri öldürmekle uğraşmış ve hâliyle de çok yorulmuştum. Ama Cinnet Apartmanı’nın çatısında gezen yeşil köpeği görmemin kesinlikle yorgunluğumla bir ilgisi yok.
Her zaman tam kıvamında yapmış olduğum neskafemin tadı aksi gibi bu sefer biraz acımtırak olmuş. Halbuki neskafe icat edildiği günden beri hep aynı dozda yaparım. Üç çay kaşığı neskafe, bir buçuk çay kaşığı süt tozu, bir kesme şekere ilaveten birkaç şeker zerreciği daha… Ardından da kaynamaya başladıktan tam üç dakika on yedi saniye sonra ocağın altını kapatıp ilave ettiğim sıcak su. Tamamdır. Bu kadar basit işte. Ama bir şeyler ters gitti miydi gider. Sanırım bu da o türden bir aksilik. Olmamış. Bu defa bir halta benzemedi!
Gündüzü yatağına yatırdım yine ve kopkoyu bir gecenin kollarındayım. Saat: 01.11.53. Şu an ‘Gece sokak lambaları yanınca çevre yolu her yoldan daha mı şık ne?’ gibisinden düşünen kaç kişiyiz acaba? Buyurun işte! Cevabını asla bilemeyeceğim bir tuhaf soru daha. Saate dikkat kesiliyorum. 01.12.37. An itibarı ile nur topu gibi bir sorunum daha var artık. Böyle enteresan soruları çocukluğumdan beri kendime sorma ve cevaplayamama huyumdan oldum olası nefret etmişimdir zaten. Hep başıma dert olmuşlardır çünkü. Sırf bu yüzden bugün bile ilkokuldaki Öznur’un kollarında çıkan kızıl renkteki tüylerden dolayı diğer malum bölgelerinde çıkan tüylerin de kızıl mı olduklarını hâlâ düşünüyorum ya. Neyse…
Bugün fazlasıyla yorgunum ve zihnim her zamankinden çok daha karmaşık ama ne olursa olsun hiçbir şey, hiçbir olumsuzluk sallanan ahşap sandalyeme oturduğum andan itibaren keyfimi kaçıramaz. Hele ki kıytırık bir kızın bilmem neresindeki kılın ya da tüyün renginin ne olduğu düşüncesi, asla! Belki sallanan ahşap sandalyem olmasaydı neskafemin kıvamının istediğim ayarda olmayışı bir nebze de olsa keyfimi kaçırabilirdi ama şükürler olsun ki sallanan ahşap sandalyem var.
Sallanan ahşap sandalyemi Ikea’dan gidip satın aldığım an ilk günkü gibi aklımda. Salonumdaki laminant parkelerle bu kadar özdeş renkte sallanan bir ahşap sandalye olduğunu söyleseler mümkünü yok inanmazdım. Ama benim işim zoru başarmak. Gittim, aradım, buldum ve aldım. Gerçi o zaman bile bu denli basit bir konu devasa bir polemik konusu olmuştu aile arasında. Güya Abdil’e göre Ikea çok kazıkçıymış. O gün de sallanan ahşap sandalye almamı fırsat bilip ve babamla bir olup bir kamyon dolusu laf söylemişti bana. Ama halt etmiş o. Kardeşim zaten doğası gereği parayı hep sevmiştir. Hem bu denli havalı, sallanan ahşap bir sandalyeyi 549,99 TL’ye aldığım için beni kıskandı belki de. Bir düşünsenize 550 TL bile değil!
Keşke tek derdim kardeşim Abdil ve paraya olan aşırı düşkünlüğü olsa ama maalesef iş bununla bitmiyor. Bir de ara ara aklıma gelen, iyi ki ayrılmışım dediğim, eski kız arkadaşım Sevim var. Şimdi Sevim’e sorsak yine mutlaka sallanan ahşap sandalyem ile kafamı bozduğumu söyleyecektir. Gerçi ona kalırsa yaz ayında robdöşambrla oturmam da hiç normal bir durum değildi. Neymiş efendim kurdeşen dökecekmişim. Bugün temmuz ayının yirmi üçü ve ben yine sallanan ahşap sandalyemde robdöşambrım ile oturuyorum ama hiçbir şey döktüğüm de yok şükür. İyi ki ayrılmışım o kenafir gözlü kızdan. Hoş, o da el âleme ”Ben ayrıldım o ruh hastasından. Bir gün evi yakarsa hiç şaşırmayın,” diyormuş ama o her şeyi abartmaya ve yalan söylemeye bayılır. İntihara da meyilli bir tipti zaten. İyi ki yol yakınken kurtulmuşum o kızdan.
Sevim’in adını anmış olmam bile bir şeylerin ters gitmesi için yetiyor da artıyor. Ben de tam, neden bu gece bu kadar sessiz acaba karşı apartman, diye düşünürken işte başladılar yine Cinnet Apartmanı’nın en üst kat sakinleri olağanca rahatsız edici tonlardaki yüksek ve bir o kadar da itici konuşmalarına. Allahtan yan komşuları müzisyen de evdeki enstrüman sesinden çok fazla duymuyor bunları. Yoksa katil olmamak işten bile değil. Keza alt kat komşuları da yok. Çünkü o adam altıncı katı komple almış. Ne ilginçtir ki iki daireyi birden satın almış ve merdivenler de asansör de altıncı katta bitiyor. Çünkü bir defasında girdim ben Cinnet Apartmanı’na, oradan biliyorum. Altıncı katta kanarya besliyor o adam. Her gün gelip gidiyor. Yedinci katta oturan Tufan ve ailesi ile müzisyen adam ancak apartman girişinden balkona dayadıkları merdiven ile girebiliyorlar evlerine. Keşke bir gün dairesine çıkarken Tufan’ın babası düşüp ölse. Apartman yöneticime her gün benim dairemi işaret ederek beni şikayet ediyor çünkü. Görüyorum. Ne yapıyorsam, neresine batıyorsam artık!
Aslında asıl şikayetçi olması gereken benim. Zira ne zaman sallanan ahşap sandalyeme oturup şehri izlemeye koyulsam tam karşımda duran Cinnet Apartmanı her seferinde Alamut Kalesi gibi devasa yapısıyla bir şeyleri perdeliyor gibi gelmiştir hep gözüme. Bir defa apartman yeni olmasına rağmen eskimeye yüz tutmuş dış cephesi çok itici. Bu bile başlı başına apartmandan nefret etmenize sebep olabilir. Raziye de ne zaman bana gelse ve birlikte şehri izlemek için pencerenin karşısına otursak hep, ucube, derdi Cinnet Apartmanı’na. Raziye de Sevim’den hemen sonraki kız arkadaşım. Ya da bir önceki… Sıralamayı karıştırıyor olabilirim. Ama onun da ruh sağlığı yerinde olmadığı için hemen ayrıldım kendisinden. O detayı net hatırlıyorum.
Cinnet Apartmanı demişken yedi katlı ve olabildiğince geniş bir yapıdan bahsediyorum ama enteresan olan şey ne binanın manyak sakinleri ne boktan dış cephesi ne de anormal genişliği. Enteresan olan şey şu ki; apartmanın çatısında sürekli olarak gezinen yeşil bir köpek olması. Bir şey değil açlıktan ölecek hayvancağız. Tam olarak yirmi yedi dakika sekiz saniye önce de bacanın arkasına doğru gitti ve bir daha da hiç görünmedi. Bakın, bakın! İşte orada! Meğerse, bir daha da hiç görünmedi, dememi bekliyormuş kerata. Onu gördüğüme dair yemin edebilirim ve hatta ediyorum da ama kimse bana inanmıyor. Devletin resmi makamının koltuğunu işgal eden mahalle muhtarı bile…
Çok değil tamı tamına on üç dakika kırk iki saniye önce muhtara telefon edip Cinnet Apatmanı’nın çatısında yeşil bir köpek gördüğümü ve açlıktan ölebileceğini söyledim ama muhtar ”Hadi ordan be deli. Gecenin bu saatinde muhtar mı aranır? Yine neler uyduruyorsun sen,” deyip yüzüme kapattı telefonu. Oysa muhtar adayı olduğu zaman kartvizit dağıtıp cep telefonu numarasını kartvizite yazan ve ”Dilediğiniz zaman beni arayabilirsiniz. Muhtar olduktan sonra 7/24 bu mahallenin sorunları ile ilgilenecek, derdiyle dertlenecek, sevinci ile de sevineceğim,” diyen de ta kendisiydi. İşgüzar pezevenk! Demek ki köprüyü geçene kadarmış. Hayır, beni kale almaması hiç mesele değil ama çatıda mahsur kalmış yeşil köpek için hiçbir şey yapmıyor oluşu çok üzücü. Halk seçim günü bunun hesabını sandıkta soracaktır ona. Bu kadar da duyarsızlık olmaz ki! İşgüzar pezevenk!
İşte yandı altıncı katın lambaları. Yine saat tam 01.52.31’de geldi Mahfuz abi. Belki de yine çuvalla yem indirmiştir arabasından. Bu defa göremedim. Para kazanıyormuş ama bu işten. Duydum ben. Yavuz abiden duydum. Yoksa kimse babasının hayrına bu saatte kuşlara yem vermeye gelmez. Bırakın yetişkinlerini, minnacık kanarya yavrularını bile çok pahalıya satıyormuş Yavuz abinin dediğine göre. Yavuz abi benim karşı kapı komşum.
Herkes hakkında az çok fikir sahibidir Yavuz abi. Mahallenin nabzını iyi tutar. Mahalleliyi tanır. Örneğin aramızda konuşurken laf arasında, birkaç kez ”Biraz terbiyesiz,” demişti Mahfuz abi için. Çünkü her önüne gelene ”Benim kuşum ötmüyor şakıyor, şakıyor,” diyormuş. Ne demekse artık. Gerçi Yavuz abi, biraz terbiyesiz, diyorsa vardır bir bildiği. Sonuçta belediyede peyzaj mimarı olarak çalışıyor. Muhtar bile saygı duyuyor kendisine. Eşek kadar adam Yavuz abi ile konuşurken bir inceliyor, bir inceliyor. Sanırsınız kopacak. Görmeniz lazım. Yavuz abi diyorsa kesin vardır bir bildiği. Terbiyesiz Mahfuz.
Benim karşıma denk düşen, bana göre solda yer alan beşinci kattaki apartman dairesinin camında kocaman bir kiralık yazısı asılı. Bana göre solda olan başkasına göre nerede oluyor onu da hiç anlayabilmiş değilim doğrusu. Ama bana her geldiğinde öyle derdi Nisa. ”Şu karşı apartmanın soldaki dairesini, daha doğrusu bize göre solda yer alan dairesini de bir türlü kiralayamadılar gitti.” Nisa baya bir eski kız arkadaşım olduğuna göre daire de uzun zamandır kiralık olmalı. Zaten camda asılı duran solmuş kâğıttan da belli belirsiz okunuyor artık yazılar. Bir tek, lacivert renkteki kocaman puntolarla yazılı ‘Kiralık’ yazısı çok belli. ‘Kiralık’ yazısının altında yazılı olan Us Emlak yazısı ve çük gibi amblemi ise belli belirsiz görünüyor. Emlak dükkânının telefonu deseniz o da ona keza. Bu daireyi tutan olursa madalya takmalılar bence.
Beşinci katın diğer tarafında ise Hayri Dayı oturuyor. Eski bir kabadayıymış anlatılanlara göre. Zaten karşı dairesinin de uzun zamandır kiralık olmasının sebebi, Hayri Dayı’nın eski kulağı kesiklerden olmasıymış. Ama beni çok sever Hayri Dayı. Geceleri ne zaman balkona çıksam karşı balkondan bir el eder giderim. Siparişi bellidir. Sadece votka ve tonik ister. Para yerine de devamlı altın veriyor. Bazen gram altın, bazen çeyrek altın, bazen de yarım altın… Evde bir kavanoz dolusu altınım oldu. Sanırım hesaba aklı ermiyor. Benim de işime geliyor tabii.
Dördüncü katta oturanlara dair en ufak bir fikrim yok. Her iki taraftaki daire de tam bir sır küpü. Ne zaman giriyorlar ne zaman çıkıyorlar hiç belli değil. Bir alt komşum Sıdıka teyzeye göre efsunluymuş dördüncü kat. Şu ana kadar sırlarını çözemediğim için bendeki gizemini koruyor orası. Ne yalan söyleyeyim bazen o kata uzun süre bakmaya korkuyorum. Hande de ne zaman bana gelse ”Şu dördüncü kat ne ürkünç bir yer ya! Cinnet Apartmanı’nın ismi o kattan geliyor olmalı,” derdi. Hande çok zeki bir kızdı. Osmangazi Üniversitesi’nde Tıp okuyordu. Neden ayrıldık sebebini şimdi hatırlayamadım. İyi aklıma geldi. Belki yarın ararım.
Salonumun lambasını yakmayı hiç istemiyorum. Bir lamba kendisinden nefret ettirir mi? Ettiriyor işte. Lambayı yakmayı istemiyorum çünkü sallanan ahşap sandalyemin sol kol dayama yeri hafif soyulmuş. Aslında neden soyulduğunu da nasıl soyulduğunu da çok iyi biliyorum. Aramızın iyi olduğu zamanlarda, bana geldiği bir gün Sevim orospusu zarar verdi sandalyeme buna adım kadar eminim. Benim tuvalete gittiğim zamanı kollayıp hususi bıçakla kazıdı orayı. Herkes herkesi en sevdiğiyle vuruyor ya bu hayatta o da öyle yaptı işte. Klişeden başka bir şeye aklı ermez zaten. Banal orospu! İşte o günden sonra akşamları lambayı ne zaman yaksam o görüntü içimi acıtıyor. Ama şu an yakmak zorundayım. Yakmazsam ayak seslerini duyduğum boynuzlu böceklerden birisini daha öldüremem. Salonuma kadar gelmiş adi. Ve bingo! Nihayet bir tanesini daha öldürdüm.
Lambamı söndürmeye gittiğim esnada sırtım saate dönük olsa da saate bakmadan saatin tam da 02.17.21 olduğunu çok iyi biliyorum. Neden mi? Çünkü üçüncü kattaki manyak yine ”Başak Şengül çok seksi kadın değil mi lan!” diye bağırmaya başladı da ondan. Fakat bu sefer pencereyi açıp karşılık vermeyeceğim. Dün gece verdim de ne oldu? ”Başak Şengül haber spikeri lan Allahın delisi. Ne seksisi? Aç, adam gibi haberini izle. Sunucunun seksisi mi olurmuş?” dediğimde, ”’Defne Samyeli haber spikeri değil mi a be dingil? Ya Jülide ateş.” diyen bir manyakla muhatap olmamın lüzumu var mı? Hem Sinan da öyle dedi. Önce camı açıp sonra sinekliği ittirdiği gibi ”Boş ver sen deliyle deli olma. Muhatap olma şununla birader.” dedi. Sinan iki alt katımda oturuyor. Mütedeyyin bir aile babası. Öyle dediyse vardır bir bildiği. Mutlaka vardır. Sinan yanılıyor olamaz. Bütün duaları, sureleri ezbere bilen adam yanılır mı hiç? Sinan öyle dediyse vardır bir bildiği. Sapık şey, Allahın delisi!
Korktuğum oldu işte. Cinnet Apartmanı’nın üçüncü katında oturan yan daire komşularını da uyandırdı deli. Oysa Ali amca ve Seher teyze hiç rahatsız edilecek, üzülecek insanlar mı allasen? Ali amca Köy Hizmetlerinden emekli şeker mi şeker bir adam. Karısı desen tam bir ruh eşi. Kibar, hatırşinas, sessiz bir kadın. Bilmeden de olsa herkesin mahalleye bir kötülüğü olmuştur belki ama o ikisinin asla. Bir karı koca bu kadar mı uyumlu olur? Sanki etten, kemikten değil de pamuktan yaratılmışlar. Evet evet, pamuktan…
Anlaşıldı susmayacak bu deli. Bu gece hepten kudurgan. Bir Allah’ın kulu da polisi aramıyor iyi mi? Tekrar açtı camı avazı çıktığı kadar bağırıyor. Bu defa karısı da uzaklaştıramadı camdan. Adam o kadar manyak ki karısı bile ağzını açamıyor, bir şey diyemiyor, yazık! Nasıl korkuttuysa kadıncağızı. O kadıncağızdan laf açılınca ”Herkes ne çektiğini kendisi bilir oğulcuğum,” diyor Pakize teyze. Pakize teyze bizim apartmanın en alt katında oturuyor. Eski kız arkadaşlarımdan İnci’nin de uzaktan akrabası aynı zamanda. Sahi İnci de ne zamandır Pakize teyzeyi ziyarete gelmiyor yosma. Bu manyak vesilesi ile arayım da, “Arada bir dolaştır Pakize teyzeni yine azdı bu manyak. Korkuyor kadın,” diyeyim. Neticede dul kadın. Korkması gayet normal.
Heh şöyle. Ölü değil ya bu! Gürültüye daha fazla dayanamayan çatıdaki yeşil köpek de ulumaya başladı nihayet. Şimdi ikinci kattaki Suriyeliler maaile çıkar balkona. Hayret! Şimdiye kadar çoktan kalkıp ışığı yakmaları gerekiyordu. Ölü toprağı serpildi sanki üstlerine. Hiçbirisinde tık yok iyi mi? Başka zaman olsa en ufak bir çıtırtıya hemen kendilerini balkona atarlardı hâlbuki. Şimdi gel de Gaffur abiye hak verme. Gaffur abi Suriyelilerin bir alt komşusu. Yani Cinnet Apartmanı’nın birinci katında oturuyor. Her defasında Suriyeliler için; ”Bir halta yaradıkları yok bu kan emicilerin. Hükümetin bok yemesi işte. Doldurdu bunları buraya şimdi yolla bakalım yollayabilirsen. Yaralı parmağa işemez bunlar abicim. Nankördür bunlar, nankör,” diyor. Kübra hariç hepimiz, körü körüne milliyetçilik yapıyor Gaffur abi, derdik. Meğerse ne kadar haklıymış. Gaffur abi olsa çoktan çıkmıştı dışarıya. Ama yine işte olmalı. Emekliliğine az kaldığı için, sigortam ödensin, prim gün sayım dolsun, diye inşaatlarda bekçilik yapıyor zavallı. Yaşı da az değil ama yokluk işte. N’apsın? Mecburiyet…
Kübra demişken en esaslı sevgilim o kızdı sanırım. Kara kuru bir şeydi ama çok cana yakındı. Sargındı. Siyah, kocaman bir jeepi vardı. Akşamları beni evden almaya gelince Cinnet Apartmanı’nında oturan Alev’in perdesinin sallandığını görürdüm. Kıskanırdı yelloz! Alev de Suriyelilerin karşı daire komşusu. Cinnet Apartmanı’nın ikinci kat sakini. Tanju’nun dediğine göre de öğrenci möğrenci değilmiş. Ne zaman bana misafirliğe gelse ve ne zaman konu Alev’den açılsa ”Onun üniversite okuduğu falan yok abi. Bütün eskort sitelerinde reklamı var kaşarın. Ben bazı geceler memelerini bile görüyorum. Mahsus perde açık geziniyor evde,” diyor. Tanju da Sinanların bir üst katının çapraz dairesinde oturan bizim apartman yöneticisi Selami’nin büyük oğlu. Gerçi fırlamanın önde gideni sayko bir tip ama bana yalan söylemez Tanju. Tanju öyle diyorsa mutlaka görmüştür. Kübra’nın beni evden almaya geldiğini bile kaç defa görmüş hergele. Kübra demişken biz ayrılmadık ama cep telefonu numarasını kaybettim kızın. O beni arayana kadar ben onu arayamayacağım maalesef. Dayanamaz ama iki güne kalmaz arar. Çünkü sırılsıklam aşık bana. Kübra iyi kızdır. İçi dışı bir. Kara kuru bir şeydir ama çok cana yakındır. Hem sokağımıza sığmayacak kadar büyük bir cipi var. Chevrolet Captiva… Küçücük kız o kocaman cipi nasıl sürüyor, hiç aklım almıyor doğrusu.
Yeşil köpek iyice yaklaştı çatının ucuna. Aşağıya düşmese bari. Hayvan aklı işte sonunun ne olacağını bilemez ki. Böyle durumlarda itfaiyeyi mi aramak gerekiyordu acaba? Haber bültenlerinde ne zaman denk gelsem ne kadar kedi, köpek, inek varsa hep itfaiyeciler kurtarıyor çünkü. Offf! Tam da sırası. Cinnet Apartmanı’nın birinci katındaki Münevver teyze el ediyor yine. Gaffur abi dahil herkes inatla o dairenin boş olduğunu savunuyor ama ben görüyorum işte. Şayet boşsa şu an bana, gel, diye el eden kadın da neyin nesi o zaman? Yine yutmam için annemin verdiği hapları isteyecek biliyorum. Dört hapımın dördü de başka renkte. Rengârenk oluşları hoşuna gidiyormuş Münevver teyzenin. ”Bonibon” diyor haplarıma. Doksan bir yaşında ama dışarıdan liseyi okuyormuş. ”Bitirmeden ölmeyeceğim,” diyor. Azmine hayranım. Neyse, götüreyim bari haplarını. Yoksa sabaha kadar rahat bırakmaz beni. Her şeyi unutur da hapları istemeyi asla unutmaz. Çok değil, geçen hafta, ”Annem öleli on dokuz sene oldu ama mezarına bir kez olsun gitmedim. Eğer yanılır da gidersem haplarımı bana annemin verdiğine kendimi inandıramam çünkü,” demiştim ama daha dün akşam, ”Bu ıspanak yemeğini size yaptım. Annen sever. Götür, birlikte yersiniz,” diye tutuşturdu elime. Neymiş efendim; anneler ölmezmiş. Ona da Ersin söylemiş. Hatta şiddetle Ersin’in bunu kitabında bile yazdığını savunuyor. Ersin kimse artık! Sanırım bunamaya başladı. Yaşı da buna müsait tabii. Ersin kim ki? Hem, kim tanır Ersin’i?
Gitme vakti! Parmak uçlarımda çıkmalıyım evden. Annemin uykusu çok hafiftir. Saat 04.58.06’yı gösteriyor. Eğer olur da yakalanırsam bu saatte dışarıya çıkıyor oluşumu hiçbir şekilde izah edemem anneme. Aceleden az kalsın anahtarlarımı evde unutuyordum. Bir de gece gece annemi uyandıracaktım. Sonra işin yoksa dinle dur artık sabaha kadar. Hazır aşağıya inmişken Cinnet Apartmanı’nın çatısına da taş atayım bari. Belki korkar da çatının ucuna gelmekten vazgeçer yeşil köpek. Sonra nasılsa yine sallanan ahşap sandalyeme oturur şehri izlerim. Işığı yakmam ama. Çünkü sol kol dayama yeri hafif soyulmuş. Orospu Sevim! O yaptı ben biliyorum. Hayır hayır, asla! Yanlış hatırlamıyorum.