Kırmızı Mercedes

Fitnat… Muharrem abinin biriciği. Bir üst sınıfımın ve hatta okulumuzun en güzel kızı…

En sevdiğim derste dahi olsam ne zaman zilin çalmasına dakikalar kalsa kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Çünkü Fitnat’ı görecektim. O güzel yüzünü, şık duruşunu, okul üniformasının ne kadar çok yakıştığını vs…

Fitnat oralı olmazdı ama. En üst sınıfta okumanın verdiği cesaret ve özgüvenle salınırdı koridorlarda. Tabii okulun en güzel kızı olduğunu da bilirdi zilli!

Doksan dokuz yılının ilk yarısıydı ve aylardan haziran olması münasebeti ile ilk kez Fitnat ile sohbet etme imkânını yakalamıştım. Hâliyle böyle bir fırsatı yakalayınca da direkt olarak girmiştim konuya.

”Merhaba. Nasılsın Fitnat? Ben, 7 – E’ den Bahtiyar. Bahtiyar Bahtsız… Şey, sen bu sene mezun oluyorsun, biliyorum. Şayet senin için de uygunsa ve söz vermediysen okul kapandığında kitaplarını alabilir miyim?”

Hatır sorma girizgâhlı cümlemi çok da kale almayan Fitnat’ın soruma binaen; ”Sen de bu okulda mı okuyorsun? Ciddi misin? Seni bugüne değin bir kez olsun görmedim. Sanırım hayli silik bir tipsin. Yoksa seni mutlaka tanıyor olmalıydım.” şeklindeki negatif ve yıkıcı cevabı beni epey bir sarşmıştı ama kendisine hak verdiğimden olsa gerek aksi bir cevap vermedim. Daha doğrusu veremedim.

Uslu bir öğrenci edasıyla; ”Evet, bu okulda okuyorum ve senin bir alt sınıfındayım. Her zaman ve her ortamda gözüne gözükmeyen, o basit tiplerdenim yani,” dedim.

Fitnat polemiğe girmek istemediğinden olsa gerek lafı hiç uzatmadı.

”Elbette,” dedi,

”Elbette dönem sonunda kitaplarımı veririm. Zaten sınıfı geçmek dışında benim de bir işime yaradıkları yok. En azından belki sen hayrını görürsün.”

Fitnat’ın büyümüş de küçülmüş pozlarındaki cümlelerinden sonra ben de gayet cool bir şekilde ”Eyvallah,” dedim. Çünkü karşımdaki kızın beni dövüyormuşçasına konuşmalarından sonra yaşımdan çok daha büyük bir kimliğe bürünme arzusu çökmüştü benliğime. Sonuç olarak ise ayaküstü bir anlaşma ile Fitnat’ın kitaplarının yeni sahibi olmuştum bile. Ve de tabii ki son sahibi… Çünkü Fitnat’ın kutsal emanetlerini benden sonra kimseciklere veremezdim.

‘Sayılı gün çabuk biter,’ misali, günler bana hiç geçmiyormuş gibi gelmesine rağmen okul bitti ve durağan yaz dönemi geldi çattı. Bir hayli kırık notum olsa da üst sınıfa geçmenin ve son sınıfta okuyacak olmanın verdiği gururla dominant bir horoz edasıyla arşınladım sokaklarımı. Bu arada okul biter bitmez de hayli eski ama benim için çok yeni olan son sınıf kitaplarımı da almıştım Fitnat’tan. Evde olduğumdan olsa gerek ilk hafta akıcı ve umut vaat edici olsa da babamın baskıları dolayısıyla ”aylaklık” denilen güzelim kavramdan çarçabuk vazgeçtim. Daha doğrusu cebren ve hile ile vazgeçmek zorunda bırakıldım.

Nasıl olduğunu anlamadan ve hiç istemeden sanayide esnaf olan Muharrem abinin dükkânında aldım soluğu. Babamın zoruyla, hiç anlamadığım bir işte çoktan Muharrem abinin çırağı olmuştum bile.

Muharrem abi çok dürüst; işine, ailesine ve ülkesine bağlı bir esnaf olmasının yanı sıra benim için bambaşka bir önem arz ediyordu. Muharrem abi, Fitnat’ın babası idi. Her ne kadar sonradan öğrenmiş olsam da aynı zamanda babamın da yakın dostu…

Çiçeği burnunda patronum ilk iş günümün sabahında; ”Hoş geldin gundi! Burası şehrin en pis, en gürültülü, en alengirli ama aynı zamanda şehrin kalbi, olmazsa olmazı. Seni hiç tanımıyorum. Ama kendimi ve babanı çok iyi tanıyorum. Ben, kaportacı Muharrem. Kısacası, ”Kusursuz Muharrem,” diyerek karşıladı beni.

Şaşırmama izin vermek istemeyen yanımla yalnızca ”Hoş bulduk,” diyebildim. Tüm âlemin belki de en yalnızı olarak neden çoğul bir cevap verdiğimi o an için hiç sorgulamadım. Oysa ”Hoş buldum,” demeliydim. Hiçbir ortamda zikretmek zorunda kalmadığım son derece yapay, son derece gerçeklikten uzak ve son derece sanal olan o kelimeyi söylemeliydim: ”Hoş buldum…”

Klasik bir babacanlıkla ”Buyur,” dedi, Muharrem abi, ”Buyur, burası bizim. Burası hepimizin. Burası biz oldukça var. Biz olmazsak sadece beton yığını buralar…”

Muharrem abinin son derece olumlu ve yapıcı cümlelerinden sonra kendiminmiş gibi sahiplendim dükkânı. Çünkü bir yerden başlamam gerekiyordu. Çünkü ortaokul son sınıfta okuyacak bir çocuk olsam da kendimin ve ülkemin gidişatından dolayı endişe duyuyordum. Bu endişelerimi gidermemin tek yolu da kıymetli Muharrem abiydi. Biliyordum.

İş hayatına çabuk adapte olamasam da günler günleri kovalıyor ve zaman hızla akıyordu. Bir akşam dükkânı kapatıyorken henüz ne olduğunu anlamadan dükkânın anahtarını elime tutuşturuverdi Muharrem abi. Hiç almak istemesem de yol yordam bildiğinden büyük bir hünerle yaptı bunu ve akabinde de; ” Sabah sen açacaksın dükkânı, ben izinliyim,” dedi. İş veren de, çalışan da ve izin verecek makam da o olduğundan lafı hiç uzatmadı.

Ertesi sabah annemin tembihlediği üzere besmele ile açtım dükkânı ve sağ ayağımla girdim içeriye. İlkin çay demledim. Sonra dükkâna gelirken uğradığım Nimet Pastanesi’nden almış olduğum poğaçalar ile kahvaltımı yaptım. Hâlbuki annem bir kez olsun aç karın ile yollamaz beni evden ama dükkânda kahvaltı yapmayı bir marifet zannettğimden dolayı yaptım bunu. Aslında o kadar da havalı olmadığını sonradan anladım tabii.

Dükkânda yalnız geçirdiğim ilk günümün ilk saatleri durağan geçse de öğlene yakın iri kıyım bir adam geldi Muharrem abiyi sordu. Cüssesi ile sesi tezat olduğundan fazlaca dikkat çeken bir tipti. ”Patronum dükkânda değil. Bugün de hiç gelmeyecek. İşleri varmış,” dediğimde de hiçbir şey söylemeden, geride hoş bir seda bırakarak çekti gitti. Bir de akşam dükkânı kapatmama yakın Muharrem abinin kardeşi olduğunu söyleyen asabi bir adam dükkânı kilitlemeye, daha doğrusu beni kontrol etmeye geldi ve birlikte dükkânı kapatıp evlerimizin yolunu tuttuk. Ama benim gözüm adamı hiç tutmadı. Ve zihnimi meşgul eden birkaç karmaşık düşünceyle yatağıma uzandığımda çoktan gün panjurlarını kapatmıştı.

Vasat ama ürkütücü geçen bir günün ardından sabah Muharrem abiyi dükkânda görünce sevinçten uçacak gibi oldum. Yalnızlık ve iş bilmezlik gibi olgular beni esaretine aldığından olsa gerek bir önceki gün benim açımdan kâbus gibi geçmişti. Dükkân kapısından içeriye adımımı atar atmaz Muharrem abi:

”Ooo beyim hoş geldiniz. Çayınızı demledim. Siz şöyle geçin istirahat edin,”

diyerek, kinayeli bir şekilde karşılasa da üzerinde fazla durmadım. Hemen dükkânın en kıymetli demirbaşının tozunu almaya koyuldum.

Duvarda asılı duran 1972 model kırmızı bir Mercedes Benz fotoğrafı vardı ve Muharrem abi için dükkânın olmazsa olmaz parçası, o çerçevenin içine sığan ama Muharrem abinin ne gönlüne ne de dükkânına sığdırabildiği, baş tacı ettiği bir garip fotoğrafın tozunu…

Birçok kez fotoğrafın hikâyesini dinlemek için Muharrem abiyi yokladım ama usta manevralarla konuyu değiştirerek sürekli erteledi. Sonraları arabanın hikâyesini babamdan dinleyince Muharrem abinin aslında hiç de haksız olmadığını çok iyi anladım ve bir daha konuyu kendisine hiç açmamaya karar verdim. Zaten tatilimin de son günleri yaklaşıyordu ve ben her zamanki gibi bir şeylerin kararını almak için maalesef yine çok geç kalmıştım.

Meğerse, zamanında o Mercedes’i almak için yıllarca para biriktirmiş Muharrem abi. Pek çok ihtiyacından kısıp her ay bir miktar para artırmış kenara. Gün gün derken epey bir parası olmuş. Sonra bir gün Muharrem abinin eşi Fikriye teyze aniden rahatsızlanmış ve apar topar hastaneye kaldırmışlar. Doktorlar beyin tümörü teşhisi koymuş. Muharrem abi de elinde avucunda ne varsa satmış ve dönemin en iyi hastanesinde, en iyi cerrahına ameliyat ettirmiş Fikriye teyzeyi. Hâl böyle olunca da içinde ukde kalmış kırmızı Mercedes. O yüzden de yıllarca çerçeveye, fotoğrafa yüklemiş hiç alamadığı ve asla alamayacağı arabanın anlamlarını.

Muharrem abi son haftalığımı verirken; ”Son kez sil bakalım şu Mercedes’i Bahtiyar. Zaten ne zaman işten kaytaracak olsan doğru o tablonun başına gittin teres seni,” deyince, o an anladım ki artık o sıcacık dükkândan ayrılma, veda etme vaktim gelmişti. Kâh gülerek, kâh didişerek ütopik bir sanayi dükkânında bitirdim yaz tatilimi. Üç ay gibi bir zamanın su gibi geçeceğini söyleseler asla ihtimal vermez insan. Ben de vermezdim. Çünkü okulda zaman hiç geçmiyordu. Zira hastanelerde, hapishanelerde ve askerde de geçmezmiş. Babam hep öyle söyler. Ama çayda eriyen şeker misali Muharrem abinin küçük ama sıcak dükkânında eridi gitti tatilim. Üstelik zalim Fitnat da bir kerecik olsun babasını ziyarete gelmedi. Hayırsız evlat ne olacak!

İş dünyasında kendime iyi kötü bir yer edindiğimden olsa gerek okulun ilk haftaları geçmek bilmedi. Zaten Fitnat da yoktu. Nasıl geçecekti ki? Fitnatsız günler tatsız tuzsuz bir şeydi.

Ancak, yaklaşık olarak okul açıldıktan üç ay sonra okuldan eve dönerken bir perşembe günü yoğun bir kalabalığın ortasında görebildim Fitnat’ı. Ağlıyordu. Sadece ağlamakla da kalmıyor, ağıt yakıyor, kendini yumrukluyor, sinir krizi geçiyordu.

Çantamı attığım gibi yanına gittim. ”Başınız sağ olsun Bahtiyarcığım,” dedi, o ana dek hiç görmediğim bir kadın. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Fitnat neden böylesine hüzünlü ağlıyordu, neden başımız sağ olsundu, bu kadın kimdi ve bu insanlar neden Fitnatların evinin önüne toplanmışlardı? Önümde çözülmesi gereken dağ gibi bir problem vardı. Üstelik bu, son derste matematik öğretmenimin tahtaya kaldırıp sorduğu ve benim de bilemediğim, ardından da öğretmenden bir güzel dayak yediğim o probleme de hiç ama hiç benzemiyordu. Çünkü bu problem insan odaklıydı. Bu problem yıkıcıydı.

”Muharrem abini, ustanı, o güzel yürekli adamı kaybettik canım oğlum,” diyerek boynuma sarıldı ve sonrasında da oracıkta bayıldı Fikriye teyze. ”İyi ama nasıl?” birisi bana bunu açıklasın gibi saçma sapan bir cümle çıktı ağzımdan, istemsiz.

Muharrem abi öğlen esnaf lokantasında yemeğini yedikten sonra dükkânına dönüyorken sanayinin tam da ortasında aşırı sürat yapan bir zengin züppesinin aracının altında kalmış. Üstelik Muharrem abiye çarptıktan sonra da hemen olay yerinden kaçmış şerefsiz! Tabii polisler tanık ifadelerinden ve kameralardan plakasını tespit edip yakalamışlar adiyi. Araba, kırmızı renkli son model bir Mercedes’miş. Bir zamanlar dolaylı olarak da olsa sayesinde biriken parayla Fikriye teyzenin hayatını kurtaran ve Muharrem abinin asla sahibi olamadığı bir kırmızı Mercedes yıllar sonra kendisinin canını almış. Hayat bu kadar acımasız!

Ve acımasızlığı yetmeyen bu hayatın akışkan zamanı da yerinde durmayınca tez vakitte bir hafta geçiverdi. Muharrem abinin ruhuna okunan mevlite gittiğimde çok sevdiğim patronumun öldüğü gün bana sarılan ve hiç tanımadığım kadının Fitnat’ın teyzesi olduğunu öğrendim. Şimdi bütün sorularıma cevap bulmuştum ama bunlar asla istediğim türden cevaplar değildi. Çünkü ortada kocaman bir kayıp vardı. Muharrem abi artık yoktu!

Ortaokulu bitirdiğim sene babam çok ısrar etse de Muharrem abinin dükkânında çalışmak istemedim. Zaten istesem de çalışamazdım. Zira ayaklarım bir türlü oraya gitmek istemiyordu. Üç ayda ne güzel hatıralar biriktirmiştim oysa. Küçücük ve pis bir dükkân evim gibi olmuştu adeta.

Artık babam da çalışmayacağıma ikna olduğundan olsa gerek; ”İyi o zaman git kendin söyle. Muharrem abinin kardeşi geçti dükkânın başına. Kendisi işten anlamıyor ama sağlam bir usta bulmuş ikisi götürüyorlar işi. Seni de yine bu yaz çalışacak biliyor Murtaza abin. Madem çalışmak istemiyorsun git, bu kararını kendin söyle,” dedi.

Darağacına götürülen mahkûm ne yaşar bilemiyorum ama yaşadığı duygu kesinlikle benim dükkâna giderken yaşadığım duygu ile eş değerdir diye düşünüp durdum yol boyunca. Dükkâna biraz daha geç gidebilmek adına yolu uzattım, çevre esnafın yanına uğradım. Çay içtim, sohbet ettim ama acı sondan kaçamadım. Dükkâna gider gitmez de:

”Merhaba Murtaza abi. Ben Besim’in oğluyum. Babam çalışmayı istemediğimi bizzat size söylememi tembihledi,” diyerek lafı dolandırmadan, direkt girdim konuya.

”Besim’in oğlu demek. Besim asker arkadaşın mı lan senin? İnsan babasına Besim mi dermiş?” gibisinden densiz densiz konuştu Murtaza. Aldırış etmeden o dükkânda son kez bulunma amacımı bildirdim ve kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkacakken Kırmızı Mercedes fotoğrafı geldi aklıma. Geriye dönüp baktım ve duvarda toz içinde öylece duruyordu. Murtaza bir de kendi vesikalık fotoğrafını çerçevenin sol alt köşesine iliştirince gözüme iyice sevimsiz gelen çerçeveyi aldım vurdum yere. Murtaza’nın fotoğrafı bir tarafa, Kırmızı Mercedes’in fotoğrafı diğer tarafa savruldu. Cam kırıkları saçıldı etrafa.

Murtaza arkamdan ”Ne yaptın sen manyak? Deli misin oğlum sen?” diye koştururken;

”Öcünü aldım Muharrem abi. Yerinde rahat uyu. Ben de kırmızı Mercedes’i öldürdüm. Sadece senin için yaptım bunu. Sırf senin için…” diyerek kaçıyordum. Ve yapmış olduğum radikal sanayi devrimi ile benim için bir devir sönük bir gururla kapanıyordu. Öcünü aldım Muharrem abi. Yerinde rahat uyu!

Son Yazılar

Ersin Kurt Yazar:

26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır. Birisi öykü altısı şiir olmak üzere yayımlanan yedi kitabı mevcuttur. Ayrıca günümüz yerli filmleri üzerine araştırma, inceleme ve eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Şiirleri ve öyküleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi, Eliz Edebiyat, Akatalpa, Edebiyat Nöbeti, Şiir Sarnıcı, Son Gemi, Yazar Dergisi, Edebice, Karakedi, Heybedar, Ek Dergi, Kirpi, Yazı Yorum Dergisi, Kibrit Kutusu, Silgi Şiir Dergisi ve Münşeat Dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır. Yayımlanan Kitapları: 1. Gelişigüzel (2014) 2. Farzımuhal (2016) 3. turnuSOL (2017) 4. Darbımesel (2018) 5. Kül (2018) 6. Begonvil (2019) 7. Aklıevvel (2020)