Korona Virüsü Üzerine Düşünceler ve Değerlendirmeler

Küresel çapta yayılan ve bütün dünyada insan hayatını tehdit eden günümüzdeki salgının faktörünü, bilim insanları «Koronavirüs» ya da kısaca «Covid-19» olarak adlandırmaktadırlar. Bu varlık, gözle görülmeyen (hücresel yapıda olmayan, aynı zamanda kendiliğinden metabolizması da olmayan) bir mikroorganizmadır. Fakat korkunç bir canavardır. Bu kadarı birçok kimse tarafından bilinmektedir. Ancak bu canavarın biyolojik varlığı, nasıl bulaştığı, etkileri ve tehlikeleri hakkında bilmediğimiz, hatta hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz çok şey vardır.

 

Bu gizemli canavar, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan, daha çok bilinçsiz ve tedbirsiz kimselere, özellikle pervasızlara musallat oluyor. Bağışıklık sistemleri güçlü olanlar daha az risk taşıyor. Fakat yaşlılar ve kronik rahatsızlıkları olanlar, yakalarını bundan kolayca kurtaramıyorlar. Ülkelerindeki salgını gizlemediklerine inanacak olursak beş ülke hariç, bu virüsün dünyada bugüne dek girmediği yer bulunmamaktadır. Araştırmalara göre şimdiye kadar Kuzey Kore, Yemen, Türkmenistan, Tacikistan ve Güney Sudan’a bu virüs henüz girmemiş gibi gözüküyor. Bu ise bir ibret tablosudur. Çünkü geri kalmış olduklarına inanılan bu ülkelere Korona virüsü henüz girmemişken, ileri teknolojiye sahip, gelişmiş ve kalkınmış olan Çin’de, Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde, şimdiye kadar toplam iki yüz binden fazla insanın ölümüne yol açmışsa bu, üzerinde derin düşünülecek ve dersler çıkarılacak ilginç bir olay demektir.

 

Bu tablo, önce bilinçsizlik ile pervasızlığı karşılaştırmaya sevk ediyor bizi. Farsçadan Türkçeye girmiş olan «pervasızlık» kelimesine, bazı sözlüklerde sadece «korkusuzluk ve çekinmezlik» gibi anlamlar verilmiş ise de bu korkusuzluğun aslında şımarıklıktan kaynaklandığını özellikle burada vurgulamak gerekir. Dolayısıyla ilâve edelim ki Korona virüsü, (kimler olurlarsa olsunlar) bilinçsiz ve tedbirsiz insanlara kolaylıkla bulaştığı kadar şımarık tiplere de engelsiz şekilde bulaşabilmektedir. Onun için bazı devletlerin tepesindeki en yüksek mevkilerde bulunanlar, sanatçılar(?) ve ünlü işadamları, küçümsedikleri bu minik canavarın pençesine kolayca düşmüşlerdirler. Bu konudaki örnekler dünya kamuoyu tarafından tanınmaktadırlar. Bu ise Korona virüsünün çağrıştırdığı -ders alınması gereken- belki en çarpıcı gerçeklerin başında gelmektedir. Çünkü bu vesile ile şımarıklığın en çok hangi sosyal sınıflar arasında yaygın olduğunu görüyoruz. Gerçekler arasındaki ilintileri bu şekilde izlemeyi sürdürürken Kur’ân-ı Kerîm’de geçen birçok âyet dikkatimizi çekiyor.[1]

 

Bu virüsün çağrıştırdığı gerçeklerden biri de istatistiklerin şeffaf şekilde yansıtılmadığı, ölü sayısının gizlendiği ve gerçek bilançoların kamuoyuna açıklanmadığıdır. Nitekim İran’ın Bilim Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Mesud Merdânî, “ülkesinde iki bine yakın can kaybı olduğu söyleniyorsa da gerçek sayının, resmi açıklamalardakinin çok üzerinde olduğunu” ifade etmiştir. Keza Çin’in en Zengin adamlarından biri olana Guo Wengui, katıldığı televizyon programında «Çin rejiminin korona virüs salgınına ilişkin gerçekleri gizlediğini, sadece Hubei kentindeki 49 krematoryumda 50 binden fazla ceset yakıldığını ileri sürmüştür. Aynı zamanda ülke genelinde virüsle enfekte olan insan sayısının 1.5 Milyon olduğunu söylemiştir.» Öte yandan New York Times gazetesi, «Amerika’daki ölümlerin gerçek sayıdan çok daha yüksek olduğunu yazmış, rakamların -büyük ihtimalle- gizlendiğini» kaydetmiştir. Kaynaklara göre «Amerika’daki ölü sayısı hakkında federal yetkililerce 2021’e kadar bir resmi açıklama yapılması beklenmemektedir.» Hatta Amerika’daki gerçek ölü sayısını öğrenmenin hiçbir zaman mümkün olmayabileceği bile bazı istihbarat uzmanları tarafından ifade edilmiştir.

 

Peki, bu konudaki gerçek veriler neden gizleniyor? Siyasi otoritelerin bu konudaki çekincelerinin sebebi nedir?

 

Bunun iki kaygıdan kaynaklandığını tahmin etmek güç değildir. Bunlardan birincisi itibar kaybetme ve hedef olma endişesidir. İlk akla gelen budur. Nitekim hiçbir devletin yönetici kadrosu beceriksizlikle damgalanmak istemez. Ayrıca yönettiği toplum tarafından on binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulmak da istemez. Çünkü bir ülkenin çok büyük sayıda insanını kaybetmesi, içeride de dışarıda da büyük sıkıntılara neden olabilir, hatta beka meselesi haline bile gelebilir. Keza, onun zayıflamasını fırsat bilen başka devletler tarafından hedef haline gelebilir. Çünkü siyasette sevgi ve hoşgörü asla yoktur. Hatta iyi incelenecek olursa, siyasette dürüstlüğün ve ahlâkın da yeri olmadığı görülür. Çünkü siyaset bir rekabet, yarış ve fırsat kollama mesleğidir. Bu nedenle, korona vebası yüzünden büyük sayıda insanını kaybetmiş bazı devletlerin hükümetleri, kurbanlarının sayısını düşük gösteriyor olabilirler.

 

Koronadan ölenlerin sayısını gizlemenin çok ehemmiyetli bir nedeni daha var. Bunun içyüzünü öğrenmek için ortaya atılan soru şudur: «Bu virüs nasıl yayıldı?» Bu sorunun cevabı gerçekten büyük önem taşımaktadır. Nitekim bütün devletlerin siyaset mekanizmaları başta olmak üzere, istihbarat örgütlerini ve araştırmacıları en çok meşgul eden sır bu sorunun cevabında saklıdır. Ancak bunun şifrelerine ulaşabilmek için birkaç soru daha zincirleme olarak öne çıkıyor. Bunlardan en az şu üç tanesi zihinleri epeyce kurcalamaktadır:

 

1) Bu virüs özellikle laboratuvar ortamında mı üretildi, yoksa doğal ortamda kendiliğinden mı üredi?

 

2) Laboratuvar ortamında üretildi ise kasıtlı olarak mı ortalığa salındı, yoksa bir kaza sonucu olarak mı dışarıya sızdı?

 

3) Laboratuvar ortamında üretildi ise bundan amaç ne idi; Kasıtlı olarak dışarıya sızdırıldı ise amaç ne idi?

 

Bu soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Fakat bunlara açık, müdellel ve ayrıntılı cevaplar bulmak hiç de kolay değildir; bugün için maalesef mümkün gibi de gözükmemektedir. Ne var ki bu konuda alabildiğine konuşanların, spekülasyon yapanların ve komplo teorileri ile ortalığı karıştırmak isteyenlerin sayısı bir hayli çoktur.

 

Aslında bu konu ile ilgili sırları merak etmemek elde değildir. Çünkü bugün insan hayatını küresel çapta tehdit eden ve hemen her insan için nereden geleceği tahmin edilemeyen bir tehlikeye karşı endişelenmemek imkânsızdır. Onun için bugün bütün dünyada insanlar, -tarifi zor- bir korku içinde yaşamaktadırlar. Bu korkunun paniğe ve yıkıcı gelişmelere yol açmaması için her ülkede hükümetler tarafından sıkı önlemler alınmaktadır.

 

Bu virüsün ortaya çıkması olayı, dünya medyasının verdiği ortak haberlere göre şöyle özetlenebilir:

 

«2019 yılının son günlerinde Çin’in Hubei Eyaleti’ne bağlı Wuhan şehrinde hastaneye başvuran pnömoni vakalarında bir kümelenme olduğu fark edilmiştir. İlk vakalar, epidemiyolojik olarak Wuhan’daki bir hayvan pazarı ile ilişkilidir.  27 Aralık 2019 tarihinde Wuhan’daki bir hastaneye ağır pnömoni tanısıyla üç hasta yatırılmıştır. İlk vaka,  Wuhan’daki hayvan pazarında balık satıcısı olan 49 yaşında bir kadındır. Bu vakada hastalık, 23 Aralık 2019 tarihinde ateş, öksürük ve göğüste sıkışma hissiyle belirti vermiştir. Dört gün sonra ateşi düşmüş, öksürük ve nefes darlığı ise artmıştır ve Toraks BT’de pnömoni ile uyumlu bulgular görülmüştür. İkinci hasta, hayvan pazarından sıklıkla alışveriş yapan 61 yaşında bir erkektir. Bu vakada, ateş ve öksürük 20 Aralık 2019 tarihinde başlamıştır. Hasta bir hafta sonra solunum sıkıntısı ile hastaneye başvurmuştur. Hastanede ilk iki gün içinde giderek kötüleşmiş ve entübe edilerek mekanik ventilatöre bağlanmıştır.»[2]

 

Türkiye’de medya, 2020 yılının ilk aylarından itibaren bu haberi kamuoyu ile paylaştı. Ne var ki bazı araştırmacılar, olayın dışarıya bu şekilde yansıtılmış olmasının gerçekle bağdaşmadığını ileri sürdüler. Korona virüsünün dehşet uyandıran yayılışı üzerine birçok araştırmacı ilginç iddialar ortaya attı. Bunlardan, -nadir de olsa- özellikle Kullandıkları üslup ve ortaya koydukları deliller bakımından tutarlı oldukları izlenimini uyandıranlar da vardır elbette. Prof. Dr. Sait Yılmaz’ı bunların başında gelenlerden sayabiliriz. Halen Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler İngilizce bölümünde kadrolu öğretim üyesi olarak dersler veren Prof. Yılmaz; güvenlik, savunma ve istihbarat konularında önemli birikime sahip bir ilim adamıdır. Bu zatın Anka Enstitüsü Portalında yayınlanan «COVID-19’U KİM ÜRETTİ? AŞISI NE ZAMAN BULUNACAK?»[3] başlıklı makalesi önemli bilgiler içermektedir. Bunlardan bazılarını buraya aktarmak bizleri derinden düşündürecektir. İşte Prof. Yılmaz’ın çarpıcı ifadelerinden birkaç örnek:

 

«Avrupa ülkeleri ve ABD’de durum gittikçe daha kötüye gidiyor. Olup-bitenler, Batının ne kadar hassas olduğu yanında dünyada çok önemli gelişmelerin olacağının da göstergesi. Arka planda istihbarat savaşları var.»

 

«Akla gelen ilk soru şu olabilir; bu virüs neden ortaya çıktı, işin içinde kimler var?»

 

«(…) dünyanın işleri gittikçe karmaşık hale gelirken, öngörülemeyen konular için önce uzun dönemli (stratejik) değerlendirmeler üretildi, sonra da gelecek senaryoları yazıldı. Bu da yetmeyince olup-biteni açıklayabilmek için komplo teorileri üremeye veya üretilmeye başlandı. Bizler için mesele bir komplo teorisi içindeki doğru parçaları bir araya getirip, resmi daha iyi görmektir.»     

 

«Bu teorilerde ABD’nin Çin’e karşı bir ekonomik savaş için virüsü kullandığı hikâye ediliyor ama Rusya iddiaları kabul etmiyor»

 

Bu arada yazar, Çin’in ABD’yi suçladığına yer veriyor, diyor ki;

 

«Dünya Ordu Oyunlarına gelen ABD atletleri tarafından yayıldığını, bu askerlerin biyo-savaş operatörleri olduğu iddia ediliyor. Bu kişilerin Wuhan’daki Deniz Ürünleri Toptancı Pazarına çok yakın bir yerde kaldıkları söyleniyor.»

 

Karşılıklı suçlamaları böyle zincirleme sıraladıktan sonra yazar, «başını Rockefeller ve Rothschilds gibi ailelerin çektiği zengin iş adamlarının oluşturduğu milliyetsiz çıkar ağı»ndan söz açarak şunları kaydediyor:

 

«19. yüzyıldan beri Küresel Sermaye kastının hedefi, sürekli babadan oğula geçen bir oligark grubu altında tek bir dünya hükümeti yaratmaktı. Bu düzende orta sınıf olmayacak, sadece yöneticiler ve hizmetçiler bulunacaktı. Böyle bir dünya için bir milyar nüfus yeterli idi. Kurallara uyanlar yaşamakla mükâfatlandırılacak, uymayanlar ise ya aç bırakılacak ya da yasadışı ilan edilerek, en sonunda yok edilmek için hedef alınacaktı.»

 

Bundan sonrasını siz yazarın makalesine ulaşarak gerisini okuyabilirsiniz. Şu var ki yetkin bir siyaset bilimci ve strateji uzmanının verdiği bu bilgiler ışığında bizler -en azından- şu gerçeği öğrenebiliyoruz; Dünyayı çekip çevirmekte olan birkaç yaratık, 8 milyar insanın hayatıyla rahatça oynayabiliyor. Bu gerçeğin farkında bile olsak (bizler) çok küçük bir azınlığız, çaresiziz ve hiçbir şeyi değiştiremiyoruz. Bu da demektir ki 8 milyar insan, bu birkaç canavar ruhlu ailenin tehdidi altında kurbanlık koyun gibi bekliyor. Üstelik bu kocaman sürünün bireyleri tehlikeden de tamamen habersizdirler. İşte bütün insanlığın hayatını çok kısa bir süre içinde sonlandırabilecek felâketin bütün şifreleri, bu gafletin karanlığında kayboluyor.

 

Burada iki nokta dikkat çekiyor; Birincisi mahkûm (ya da bilinçsiz) çoğunluk ve onun, içinde bocaladığı gaflettir. İkincisi de egemen (bilinçli) azınlık ve onun, sahip olduğu canavarlaşmış ruh ve elindeki fırsatlardır. Bu denklem oldukça düşündürücüdür. Böyle bir azınlığın bireylerini birer korona virüsüne benzetebiliriz. Çünkü bu azınlığı oluşturan küresel aktörler, sahip bulundukları sınırsız güç ve imkânlar sayesinde -hedeflerini gerçekleştirmek için- gafil çoğunluktan istedikleri sayıda çıkarcı-sefil insanı kullanabilirler. Örneğin bilim adamlarından(!) ekipler kurarak, -planladıkları yıkıcı eylemlerde- onları korona virüsünü üreten birer aygıta dönüştürebilirler. Bu ilgiyle, bilimin ve bilimsel çalışmaların, her zaman hayırlı niyetlerle kullanılmadığını unutmayalım! Nitekim ölüm kusan ve milyonlarca insanı birkaç dakika içinde yok eden nükleer silahların plan ve projeleri, önce bilim insanları tarafından laboratuvarlarda hazırlanmaktadır. Keza, organ mafyalarının emrinde çalışan cerrahlar, tıp biliminde uzmanlık kazanmış -Hipokrat yemini ederek- diploma almaya hak kazanmış insan kılığında canavarlardır.

 

Bütün dünyada, 2020 yılının başından beri yaşanan korona salgınının ne kadar süreceği ve bunun ne sayıda insanın hayatını söndüreceği henüz bilinmemektedir. Milyarlarca insan ve bütün hükümetler kaygı içinde bekleyişlerini sürdürmektedirler. Çare arayışlarının, aşı ve ilâç keşfetme çalışmalarının yanı sıra dedikodular, toplum mühendisliği, komplo teorileri felâket tellâllığı, türlü yorumlar ve karşılıklı suçlamaların yanı sıra, salgını kontrol altına almak için çeşitli tedbirlere de başvuruluyor. Büyük ihtimalle insanlık bu belâdan yakın gelecekte yakasını kurtarabilecektir. Ancak bu küresel olayı bütün boyutlarıyla incelemek ve bundan çeşitli dersler çıkarmak gerekir.

 

Gelelim çıkarılabilecek derslere;

 

Bu olay, bütün dünya insanlarına her şeyden önce bilginin ve bilincin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Nitekim bu iki şey, insanı hayvandın ayıran önemli vasıfların başında gelmektedir. Çünkü bilgiden ve bilinçten yoksun olan insan, behimî eğilimler gösterir; davranışları ilkel ve bir çeşit içgüdüseldir. Dolayısıyla o, bu iki haslete sahip bulunanların elinde -er veya geç- bir alet haline dönüştürülür. Ona hükmedenler, tıpkı bir virüs gibi onu sömürür, kemirir ve hayatını söndürürler veya onu da ayakçı bir virüse dönüştürebilirler. Birinci ders herhalde bu olmalıdır.

 

Bu olay, çoğunluğun, (kendi içinde ve) her koşulda bir güç kaynağı ve egemenlik potansiyeli olmadığını gösterdi. Aynı zamanda (eğer bazı ilim adamlarının iddiaları doğru ise) gafil ve sefil bir çoğunluğun, kendi felâketini bizzat kendi eliyle hazırlayabileceğini de kanıtladı. Örneğin; çok güçlü birkaç zalim, daha müreffeh ve daha mutlu yaşamak amacıyla dünyadaki insan sayısını bir milyara indirmek için eğer gerçekten oturup tartışıyor iseler; sekiz milyar insan da bu kulislerden tamamen habersiz ise olay, bu büyük sürünün, Allah, tarih ve bilim karşısında kendini nasıl inkâr ettiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu kalabalığın bir ferdi olmamaktan kendini tenzih eden her namuslu insanın bu komplo teorisi üzerinde yoğunlaşması gerekir. İkinci ders de bu olmalıdır.

 

Geçmişte, -özellikle- yıkıcı savaşlardan sonra yaşanan sefalet ortamında salgınlar baş göstermiş ve büyük insan telefatına yol açmıştır. Ancak bu felâketler, büyük de olsa bölgesel çapta sınırlı kalmışlardır. 14. Yüzyılda Avrupa’da yayılan ve çok büyük sayıda insanın ölümüne neden olan «Bubonik» vebası, 15. Yüzyılda Amerika’da yayılan ve 50 milyon insanın ölümüne yol açan «Variola» vebası ve 16. Yüzyılın sonlarında Güney Amerika’da 50 bin insanın ölümüyle sonuçlanan «Yellow fever» vebası bu salgınlara örnek gösterilebilir. Fakat korona virüsünün sebep olduğu günümüzdeki küresel felâket, muhtemelen ilk kez dünya çapında yaşanan salgın niteliğini kazanmıştır. Bunun en büyük nedeni, ülkeler ve kıtalar arasında kolaylaşan seyahatler sonucu, insanların büyük bir süratle ve kalabalıklar halinde bir araya gelebiliyor olmasıdır. Sosyal temasın sıklığı bulaşmayı çabuklaştırdığı için radikal tedbirler alınmadığı takdirde bulaşmanın sonuçları felâketlere dönüşebilmektedir. İnsanlık ailesi daha önce böyle bir deneyimden -muhtemelen- geçmediği için 2020 yılındaki salgın bütün insan topluluklarını etkisi altına aldı. Bu virüse karşı daha önce bir aşı ve ilacın henüz keşfedilmemiş olması da dramatik sonuçlara neden oldu. Bu olay, insanlık dünyasının, gelecekte çok daha dehşetli ve daha yıkıcı benzer küresel felâketlerle karşılaşabileceğini haber vermektedir. Dolayısıyla olabilecek böyle bir hadise karşısında -sadece hükümetlerin değil- insanların da bireysel ve kitlesel olarak bundan sonra hazırlıklı olması şarttır. Bu konuda özellikle strateji uzmanlarına büyük görev düşmektedir. Bütün bu değerlendirmelerden birçok ders çıkarılabilir.

 

Bu hadise, aslında çok yönlü çağrışımlarla -istisnasız- her insanı uyarmakta, dikkatlerimizi hayat ve kâinat gerçekleri üzerinde yoğunlaştırmaya bizi davet etmektedir. Bunlardan, -özellikle yaşamakta olduğumuz küresel felâket ilgisiyle- aklımıza ilk gelen gerçek şudur; milyonlarca insanın kısa bir süre içinde ölümüne, ocakların sönmesine, dev ekonomi çarklarının ve sonuç olarak hayatın durmasına minik bir varlık neden olabilmektedir. Bu cisimcik, gözle görülmesi mümkün olmayan, hatta canlı olup olmadığı bile tartışılan bir mikroorganizmadır. Ne var ki Çin, Rusya, Amerika, Japonya ve Avrupa ülkeleri gibi ileri teknolojiye sahip güçlü devletler, ordularıyla ve ellerindeki imkânlarla bu cisimcik karşısında aciz kaldılar! Bunu dürüstçe itiraf etmek zorundayız. Ancak bu yetmemektedir. Bu hadisenin çağrışımları sayesinde -bütün âlemleri sınırsız ilmi ve sınırsız kudretiyle kuşatmış olan- ezelî, ebedî, aşılmaz ve yenilmez bir egemen varlığın karşısında olduğumuzu da kabul etmeliyiz. Hemen her insan, -farklı frekanslarda da olsa- vicdanında sesini duyduğu bu yüce varlığı iyi tanımak zorundadır. Bu varlık, insan mantığının zorunlu şekilde «première causalité»[4] olarak algıladığı -havsalaya sığmaz- muazzam gücün sahibidir. Bu «Azîz», «Cebbâr» ve «Mütekebbir» varlık, insanlık tarihi boyunca inen vahiylerin tamamında kendini «Allah» olarak tanıtmış bulunan tüm kâinâtın yegâne yaratıcısı ve Rabb’idir. Bu muazzam güç ile doğru ve isabetli şekilde temas kurmayan kimsenin vicdanına korona virüsünden çok daha tehlikeli canavarlar musallat olur. Üstelik bu virüsleri hiçbir laboratuvarda görüntülemek ve tespit etmek mümkün değildir.

 

Toparlayacak olursak, şu sonuç çok önemlidir; Korona virüsüne yenik düşenler sadece hayatlarını kaybederler; yani ölürler. Hepsi o kadar… Fakat vicdanına musallat olan virüslerle imanını kaybedene öldükten sonra ölümlerden ölüm beğendirirler! Korona felâketinden çıkaracağımız derslerin herhalde en önemlisi bu olmalıdır.

————————————————————————————————

[1] Bkz. el-Vakıa Sûresi âyet: 41-56; ed-Duhân Sûresi âyet: 25-29; Hûd Sûresi âyet: 82, 83.

 

[2] Bkz. https://www.guven.com.tr/blog/coronavirus-hakkinda-her-sey. (01 Şubat 2020). Bu haberi -aynı sözlerle- Sabah Gazetesi 12 Mart 2020 tarihinde, Milliyet Gazetesi ise 18 Mart 2020 tarihinde vermiştir.

 

[3] Bkz. http://ankaenstitusu.com/covid-19u-kim-uretti-asisi-ne-zaman-bulunacak/

[4] En considérant l’univers, on voit que chaque objet a une cause, qui lui-même a une cause et ainsi, en remontant la chaîne des causes, on arrive nécessairement à une cause première. Dieu est cette cause première. (See. https://wikidebats.org/wiki/Dieu_est_la_cause_premi%C3%A8re_de_l%27univers)

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.