Geçecek Bu Günler

   Zor günlerden geçiyoruz. Bireysel olarak, ailece, ülkece ve hatta dünya olarak zor günlerden… İnsanoğlunun varoluşundan beri zaten ziyadesiyle zor olan yaşamak olgusuna bir de salgınlar eklenince işimiz çok daha zorlaşıyor.

   Bu yaşadıklarımız, eğer dünyanın sonu tez vakitte gelmezse yüzyıllar sonra dahi birileri tarafından konuşulacak türden şeyler. Tıpkı bu illet salgın yüzünden arşivleri karıştırmak zorunda kaldığımız ve 1918 – 1920 yılları arasında 50 ile 100 milyon arasında insanın yaşamını yitirmesine sebep olan İspanyol Gribi gibi…

   Her fırsatta ”o günler eskidendi” diyerek kasıla kasıla gezdiğimiz, kendimizle ve teknolojimizle övündüğümüz biz zavallıları küçücük bir virüs ne hâle getiriyor şaşkınlıkla izliyoruz. Adeta Mahşer’in fragmanını izler gibi üstelik.

   Bu küresel salgının yararları olacak mı bilmiyorum ama ”Bir musibet bin nasihatten iyidir,” diyen atalarımızın sözüne katılmamak da hâl böyleyken imkânsız. Şöyle ki; tüm dünya olarak biz böyle bir sarsılmayı fazlasıyla hak ettik. Doğaya inanılmaz zararlar verdik, yetişkin insanlar olarak birbirimize zararlar verdik, çocuklara zararlar verdik, hayvanlara zararlar verdik, hak yedik, sömürdük, masumları öldürdük, daima terazinin kefelerini zenginlerden yana bastırdık. Vs. vs. vs.

   Ama bu asla bir ”oh olsun” bize kampanyası değil. Çünkü en iyi bildiğimiz şey bu. En iyi bildiğimiz şey ’empati’ denilen kavram eksikliğimiz, direkt olarak suçu karşımızdakine atma dürtüsü. Çünkü evla olanı bu. İşte ben bunu kastetmiyorum. Aksine silkenelelim, kendimize gelelim ve şapkamızı önümüze koyup bir düşünelim diyorum. Dolayısı ile bu anlattıklarım bir insanlık manifestosu. Fakat asla kimseyi manipüle etmek değil!

   İnsan olarak bu krizden çıkaracağımız çok anlamlı dersler var. Görüyoruz ki silahıyla, füzesiyle, teknolojisiyle övünen ülkeler ne kadar aciz hâldeler. Demek ki her şey gövde gösterisi, demek ki övünülesi silahlar güç göstergesi değilmiş. Bunun en somut örneği halk olarak bilinçlenmede çok geç kalan ve sağlıkta çuvallayan İtalya.

   Coronavirüs denilen bu lanet salgın sağlık anlamında her doktora, her hemşireye, her acil tıp teknisyenine ve aklınıza ne geliyorsa sağlık alanında okumuş her bireye ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Tabii bunun yanında hastaneye ve tıbbi malzemelere olan ihtiyacımızı da…

   Bizler ki daha düne kadar doktorlarımıza küfür eden, yumruk atan hatta bunlarla yetinmeyip öldüren insanlardık. Ama gördük ki sağlık söz konusu olup da başımız sıkıştığında ilk yardımımıza koşanlar yine kendileri. Sağlık çalışanlarımız…

   Şimdilerde tam da saat 21.00’da evlerimizin pencelerinden, balkonlarından tüm sağlık çalışanlarına destek vermek, yanınızdayız demek ve teşekkür etmek için eyleme geçiyoruz. Gayet de güzel yapıyoruz. Ama böyle güzel hareketler başlatmak için illa böylesi kötü bir durumla mı karşılaşmamız gerekiyor? Elbette, hayır!

   Oysa her ne kadar nesilleri hızla tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olsa da sabahları işe giderken mahallemizin bakkalına bir ‘günaydın’ deyip ‘hayırlı işler’ dilemek, aile hekimimize gittiğimizde onun da bir insan olduğu gerçeğini unutmayarak en azından muayene sonrası bir teşekkür etmek, dolmuştan inerken şoföre kolay gelsin demek çok da zor olmasa gerek. Tabii bu anlattığım meslek profilindeki kişiler tamamiyle normal kişiliğe sahip olan kişiler. Yoksa her meslek grubunda olduğu gibi bakkalın, berberin, şoförün ya da doktorun içerisindeki çürük elmaları asla bu genellemeye dahil etmiyorum.

   Bu günler geçecek mi? İllaki geçecek. Zor da olsa geçecek. Sarsılacağız, kayıplar vereceğiz, zaman zaman çözüleceğiz, dağılacağız, hatta sıklıkla umudumuzu yitirme aşamasına dahi geleceğiz ama atlatacağız. Çünkü yeryüzünde hiçbir acı, hiçbir oluşum sonsuz değil. Bu kötü günlerin de bir sonu var. Ve sona ermesi için sonunun gelmesini beklemek zorundayız.

   Ama bilinçsiz bir şekilde, tamamiyle kadere teslim olarak beklemek değil anlatmak istediğim. Çalışmak zorunda olmayanlarımız mümkün olduğunca evlerine kapanarak, az insanla çok az temas ederek, tokalaşmayarak, öpüşmeyerek, ellerimizi sıklıkla yıkıyarak (ama her şeyde olduğu gibi bokunu çıkararak değil. Çünkü susuzluk da dikkat edilmesi gereken bir başka tehlike), uzaktan sevmeyi öğrenerek (ki benim yıllardır en iyi yaptığım şeydir bu), kıtlık gelecekmişçesine una, tuza, makarnaya abanmayarak, fırsatçılık, karaborsacılık yapmayarak, temizliği takıntı hâline getirecek boyuta taşımayarak, iyiliğin her kapıyı açacak yegane anahtar olduğu düşüncesine sonsuz inanarak vb. Beklemek işte… Hareketsiz, zararsız… Koala gibi…

   Bu karantina günleri pek çok insanımıza aile olgusunu yaşamaları için de eşsiz bir nimet kanımca. Çünkü bırakın akraba, eş, dost, arkadaş olarak birbirimizin esas sorunlarına eğilmeyi aynı ev içerisinde yaşayan insanlar olarak bile birbirimizden bi’ haber varlıklara dönüştük. Yine kahrolası teknoloji ayırdı bizi bizden. Televizyonlar, bilgisayarlar, sosyal medya, online oyunlar gibi gibi gibi. ”Her şeyin fazlası zarar,” sözünün ispatı niteliğindeki teknoloji…

   Belki yıllar içerisinde unuttuğumuz bu olguları tekrar bize hatırlatır bu illet salgın. Ailece yemek yapmanın, film izlemenin, oyun oynamanın, kitap okumanın ve hatta eski albümleri gün yüzüne çıkarıp birlikte gülmenin tam da sırası şimdi. Çünkü biliyorum ki insan hafızası nankör ve unutkandır. Çünkü biliyorum ki bu günleri atlattığımızda yine hiçbir şey yaşamamışçasına eski, boktan hayatlarımıza, toplum içerisindeki bireysel yalnızlıklarımıza geri döneceğiz. Yine acımasız canavarlara dönüşeceğiz.

   Yeri gelmişken bu süreçte ‘yalnızca ülkemde olur’ dediğim haberleri de yine hiç şaşırmadan izlediğimi de belirtmek isterim. Umre’den dönen komşusunu kendi çabaları ile karantinaya alan, evinden çıkamasın diye komşusunun kapısını kendi yöntemleri ile kilitleyen, bir halı mağazasında es kaza birisi hapşırınca sanki kurşun sıkılıyormuşçasına çil yavrusu gibi dağılan, diyanetin uyarılarına rağmen cami kapılarına dayanan, ‘camileri melekler yıkıyor orada virüsün işi ne’ diyen, içim temizlensin diyerek arap sabunu içen, aynı eldivenle hem simit satan, hem para alan, hem de simit arabasının camını silen, karantinadan kurbanlık dana gibi kaçan, hatırı sayılır, pek muteber (!) büyüklerimizin yakınlarını karantinadan kaçıran, İçişleri Bakanlığı’nın talimatı ile kapatılan kahvehanelerin birisinde yasak aşkıyla basılmışçasına şaşkınlıkla baskın yapan polislere dikkat kesilen, belediyelerin şehir meydanlarından kaldırdığı banklara söven insanlar… Bizim insanlarımız. Büyük şair Nazım Hikmet’in tabiriyle: ”Memleketimden insan manzaraları.”

   Dediğim gibi kâh dramatik, kâh komik, kâh trajikomik bir şekilde geçecek bu günler. Ama mutlaka geçecek. Yeter ki bu süreçte bilime, bilim insanlarının söylediklerine, kamu spotlarına algılarımızı kapatmayalım. Tabii bu arada şeffaf, dürüst ve eleştiriye açık olmayı da ihmal etmeyelim. Bir iyilikle başlayacak her şey, unutmayalım. Bu zor günler de bu iyilik hareketlerinin miladı olsun. Söz, sonra yine sarılırız birbirimize, yeri gelir kızarız, tatlı sert şakalaşırız, futbolda yine en ezeli rakipler oluveririz, şimdilik izleyemediğimiz at yarışlarını yine karnaval havasında hep beraber izleriz, yaz geliyor, piknik yaparız, tatile gideriz, sinema salonlarına koşarız, şort, tişört alırız, çocuklarımızı okullarına uğurlarız, düğünlerde halay çekeriz. Ve daha nice şeyler yaparız. Ama şimdi değil. Geçecek bu günler. Az sabır!

  

   Son olarak yine Nazım’a kulak vermek gerekirse:

     ”Çocuklar inanın inanın çocuklar

      Güzel günler göreceğiz güneşli günler 

      Motorları maviliklere süreceğiz

      Güzel günler göreceğiz güneşli günler”

  

Biz ne zor günler atlattık. Sırada bu zor günler var. Aşarız elbet. Yeter ki inanalım!

Son Yazılar

Ersin Kurt Yazar:

26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır. Birisi öykü altısı şiir olmak üzere yayımlanan yedi kitabı mevcuttur. Ayrıca günümüz yerli filmleri üzerine araştırma, inceleme ve eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Şiirleri ve öyküleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi, Eliz Edebiyat, Akatalpa, Edebiyat Nöbeti, Şiir Sarnıcı, Son Gemi, Yazar Dergisi, Edebice, Karakedi, Heybedar, Ek Dergi, Kirpi, Yazı Yorum Dergisi, Kibrit Kutusu, Silgi Şiir Dergisi ve Münşeat Dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır. Yayımlanan Kitapları: 1. Gelişigüzel (2014) 2. Farzımuhal (2016) 3. turnuSOL (2017) 4. Darbımesel (2018) 5. Kül (2018) 6. Begonvil (2019) 7. Aklıevvel (2020)