3 Ekim 2016. Onu en son bıraktığımda Kadıköy sahilinin en sıcak rüzgarında, vapurlara ve martılara karşı ‘Beni unutma tamam mı?’ derken ayırmıştık yollarımızı. 92 yaşında, koca yürekli bir adam…Ne kadar çok şey görüp geçirmiş, gezmiş, sevmiş, aşık olmuş, belki günlerce üzülmüş, aylarca kıyısı gurbete bakan limanlarda puslu gökyüzüne dalmış…Ve bu insan kalkmış benim de hayatıma dokunmuş. İnsan ne zaman, nerede karşısına nasıl biri çıkacağına, nasıl bir olayla karşılaşacağını bilebilir miydi? O kadar aşikar ki bilemiyor. O saatte, o durakta, o otobüse binmesi gerektiği o kadar kesin, Yusuf dede ise o kadar gerçek…
23 Şubat 2018. Bugün onun için bütün sabahlar. Onun yaşıyor olduğunu hissederek ve bilerek yola koyulma vakti. Heyecanlı bir kalp, bir o kadar korkak ve dalgın gözler. Sahi onu neden bu kadar uzun bir süredir ziyaret edememiştim? Neyden kaçmıştım? Hangi olayın yerini almıştı da gidememiştim? Cevapsız! İşte bazen bazı şeyler o ‘şeylerin’ önüne öyle bir duvar örüyor ki, sen ne yaparsan yap bunu aşamıyorsun.
Artık bazı şeyler atlatılmış, zihin temiz, beden dinç, gözler onu ararken, ruhum çoktan yanında…
Acıbadem’e doğru uzanan uzunca bir yol. Minibüsçü ağabeylere sor, amcalara sor:’’Ben TSK Bakım Merkezi’ne gitmek istiyorum, nasıl giderim, neye binmeliyim?’’ Sorular beynimde bin bir şekilde tasvir olurken, yanımda da bana destek çıkan gönlü hoş bir dost… Ve hala soruyorum:’’ Şey kaç dakika var acaba inmemize? 6-7 dakika var.’’ Evet az kalmış birazdan inmiş olurum. Bir manav var demişti orda inince biraz yürüyorsun. Gerçekten de manavı görünce içimdeki çığlığı size anlatamam. O kadar heyecanlıyım!
Kapıda askerler, sorgu sual tabi ‘’Kime gelmiştiniz?’’ Ben Yusuf dedeye geldim. Torunu sayılırım. Ne olur biraz olsun göreyim gözleriyle yalvarır gibi. Hepsi çaresizlikten. Başka çare yok çünkü ya göreceğim ya göreceğim! Yine olmadı yürüdük biraz daha yokuş yukarı. Orada da aynı sorular. Yeter ama artık neyin sorgusuydu bu. Ah şu prosedürler…
Ve sonunda girdik içeri sağ olsun bir asker yardımcı oldu bize. Hasta bakım odasında kalıyormuş. Nasıl yani? Yatalak mıydı? Konuşamıyor muydu? Göreceğim görüntüden korkmuştum! Biliyorum çok duramayacaktım içeride ama olsun on dakika da olsa bir insanı mutlu etmek her şeye bedeldi. Odalar sıralı yan yana onlarca oda. Hangisindeydi? Yok biraz dursak mı, kalbim yerinden çıkacak gibi de benim. Ve girdik yatıyordu yatağında evet ama gözleri aynı bakıyordu. Elinde de kek nasıl bir güzel görüntüydü. Nasıl özlemiştim ki bu kadar gözlerimin buğusu odadan çıkana kadar gitmemişti. ‘’Beni hatırladın mı?’’ dedim. ‘’Çıkaramadım ama dedi.’’ Yapma Yusuf dede şaka yapıyorsun biliyorum. Tuzla’da karşılaşmıştık hani dedim. Hee tamam dedi hatırladı hemen. Nasıl mutlu, nasıl gülüyor gözleri. Hafızamdan gitmeyecek olan kareler çektim kendime. Daha nasıl anlatmalı bilmiyorum ki. Belki de ilk defa bu kadar çok boğazım düğümlendi, konuşamadım…
‘Seni dergiye çıkardım, yani meşhur oldun haber vereyim.’ dedim. Kendini görünce dergide yüzündeki şaşkınlığı görmeliydiniz. Bu hikaye burada bitmezdi, bitemezdi. Hep var olacaktı, sonu olmayan fakat her hatırlandığında gözleri yaşartan.
O odadan asla çıkmak istemedim. Ama gitmek gerekliydi. İçimde sonsuz huzur ve minnetle yine ayrılma vaktiydi. Kapıdan çıkarken son kez elim havaya kalktı… Allah’a ısmarladık.
Zihnimde yineledi mısralarını: ‘Dünya dolu gemi, insan yelkeni. Fikir dümeni. Unutma beni asla unutmam ben seni…’