Müslümanlık ve Irkçı-Dincilik

Dinciliğin birbirinden farklı tanımları yapılmıştır. Üslup, içerik ve sayıları ne olursa olsun bu tanımların hepsi başlıca iki farklı yaklaşımı yansıtırlar;

 

Birincisi, tanımı yapan kişinin dine art niyetle bakmasından kaynaklanır. Nitekim bu niyetle konuya bakıldığında dindarla dinci arasında hiçbir fark gözetilmez. Çünkü bu yaklaşıma göre «din, bilim ve mantık dışı çeşitli çelişik duygu ve inanışların bir yığınıdır; insanı afyon gibi uyuşturur». Buna benzer tanımlamaların bir kısmı materyalist felsefenin etkisi altında yapılmıştır. Diğer bir kısmı da -büyük ölçüde- ideolojiktir.

 

İkincisine gelince; objektif düşündüğünü sanan kişinin, -dindarla dinciyi ayırt ederek- yaptığı tanımdır. Şu var ki bu her iki tipin din anlayışı için yapılan tariflerden hiç biri gerçeği yansıtmamaktadır. Bunun nedeni ise dine olumlu bakanın da olumsuz bakanın da İslam ile Müslümanlığı birbirinden ayırt etmemesi ya da edememesidir.

 

Günümüzde yaşanan düşünce anarşisinin ve doğurduğu ahlâk çöküntüsünün arkasındaki neden de esasen budur. Yani açıkçası; İslam ile Müslümanlığın birbirinden ayırt edilmiyor ya da edilemiyor olmasıdır. Bu o kadar büyük bir sorundur ki, sıradan kalabalıklar şöyle dursun, (sözde) ilâhiyat alanında kariyer yapmış «uzmanlar!» bile bu iki dini birbirinden ayırt etmeyi göze alamamaktadırlar! Çünkü her şeyden önce bunlar, (ilim insanları olarak değil) birer şovenist din adamı olarak yetiştirilmişlerdir. Onun için bu zümrenin, din olgusuna Kurânȋ bir nazarla bakabileceğini düşünmek güçtür. Ayrıca bunlar arasında birikimli ve tarihten haberdar olan bir kesimin niyetini gizliyor olması kuvvetle muhtemeldir. Onun için yüzyıllardır «din» kavramı üzerinde -İslam’ın sunduğu görüş doğrultusunda- bilimsel bir uzlaşı sağlanamamıştır. Bu nedenle, (İslam’ın genel karakteri ve bütünlüğü temel alınarak) din kavramı üzerinde görüş birliğine varılmadıkça dinciliğin tanımlanması kolay olmayacaktır. Sonuç olarak; vurgulayalım ki dinciliğin gerçek anlamda tanımlanabilmesi için (İslam’ın genel karakteri ve bütünlüğü) konseptinden yola çıkmak şarttır. Neden?

 

Çünkü İslam hariç, «semâvȋ» olsun ya da olmasın, (Müslümanlık da dahil)- bütün dinler dincilik temeli üzerinde kurulmuştur. Bunlardan «semâvȋ» dinlerin ancak tahrif edildikten (çarpıtıldıktan) sonra bu niteliğe büründürüldüğünü söylemek zorundayız. Başta Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Budizm olmak üzere, bu dinlerin tamamı, mensupları tarafından hayatın hemen bütün canlı alanlarından uzak tutulur. Bunların bağlılarına göre dinin yalnızca iki yeri vardır: İbadethane ve mezarlık. Yine bu dinlerin bağlılarına göre din, «Tanrı-kul» ilişkisinden ibaret kalmalı ve bireysel olarak yaşanmalıdır. İşte gerçek anlamda dincilik budur. Ancak şunu ilâve edelim ki; Müslümanlık -bütün yapay dinlerin aksine- «mabet-mezarlık» çemberinin duvarını zaman zaman zorlamaya çalışır. İşte bu nedenledir ki egemen güçler tarafından üretilmiş olan «siyasal İslam», «fundamentalizm», «köktendincilik» ve «irtica» gibi- kara propaganda söylemleriyle kamuoyu sık sık meşgul edilerek bir kaos körüklenir, dikkatler dağıtılır ve Müslümanlığın İslam’a doğru ivme kazanması böylece tez elden önlenir. Bu tür komploların ve baskıların etkisiyle söz konusu çember tekrar daralmaya başlar. Nitekim tarih boyunca bu çember, konjonktürel olarak bazen genişlemiş, bazen de daralmıştır. Bunun önemli bir nedeni vardır; Her ne kadar İslam öncesi dinlerden birçok özellik devam ettirilerek Müslümanlık yapılandırılmış olsa da onun dış görüntüsü (namaz, oruç, hac ve zekât gibi) İslâmȋ değerlerle örüldüğü gibi, iç yapısına da İslam’ın hayata yön veren bazı disiplinleri yerleştirilmiştir. Onun için, Müslümanlar bu taklit dini İslam’ın çekim gücüne karşı korumaya çalışırken daima zorluk çekmiş ve çekmektedirler. Bundan sonra da bu sıkıntılar büyük ihtimalle yaşanacaktır. Müslümanlığın içyüzünün ifşa olmaması için Müslümanlar -her dönemin şartlarına uygun olarak- «örtbas» stratejisini -komplo teorileriyle- bundan böyle de devam ettireceklerdir. Müslümanlıktaki bu grafiksel gelgit trendi, Müslümanlık ile İslam’ın inanılmaz yanıltıcı benzeşmesini bize -dolaylı olarak- bir kez daha hatırlatmaktadır.

 

Şu halde, -Müslümanlık da dahil- İslam’ın dışındaki bütün dinlerin bağlıları –ister çıkar için dini kullanır olsunlar, ya da samimi birer dindar olsunlar- her iki durumda da dinci sayılırlar. Ancak bu global tanım elbette yeterli değildir. Bu yüzden dincilik kavramına standart bir tanım yapılamıyor ise de yukarıdaki analitik ve karşılaştırmalı bilgilerin ışığında onu anlamak artık mümkündür. Bununla birlikte dinciliği ve dinciyi çok daha berrak şekilde tanıyabilmek, özellikle de Müslümanlığın bir dincilik kaynağı olduğunu kavrayabilmek için yeniden bazı açıklamalara ihtiyaç vardır. Çünkü Müslümanlığın, neden dinciliğin kaynağı olduğu sorusu, inandırıcı bir cevap istemektedir. Fakat burada önemle işaret edilmesi icap eden şu noktayı hatırlatmakta yarar vardır; Bu cevabın özünü oluşturan; -yaratıcı güç ve İlâhȋ otorite paradigmalarına ilişkin- dinler arası inanış farklarını algılayabilmek, antropoloji, felsefe, dinler tarihi ve yöntembilim gibi uzmanlık alanlarında geniş bir ilmȋ birikim gerektirmektedir. Problemin esasen, İslam ile Müslümanlığın, İlâhi otoriteye ilişkin görüşleri arasında var olan- derin uçurumdan kaynaklandığına da bu münasebetle işaret etmeliyiz.

 

Bunu -başka bir ifadeyle- şöyle izah edebiliriz: İslam’a göre; kâinatın yönetimi –bütünüyle, mutlak ve kesin surette- Allah’a aittir. Bununla birlikte yasama da O’na aittir. Elçileri de dâhil hiç kimse O’nun adına, değişmez kâinat kanunları (Sünnetullah/doğa yasaları) üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunamaz;[1] aynı zamanda elçiler aracılığıyla indirdiği teşriȋ yasalar üzerinde de hiçbir değişiklik yapamaz. Bu konuda hiçbir kişiye ve hiçbir kuruma yetki verilmemiştir. (Ancak bu temel yasaların ruhuna aykırı olmamak şartıyla, hayatın gerektirdiği her hususta kolaylaştırıcı ve açılım sağlayıcı ikincil yasalar konabilir.) Bu kuşatıcı inanış, kısaca «iman» ile ifade edilir. Yani İslam’ın bağlısı, bütün içtenliği ile böyle inanır. Onun için de mü’min olarak nitelenir. Dolayısıyla mü’min kişi, taşıdığı inanç hasebiyle (dinci değil, dindar da değil) ancak mü’mindir (imanlıdır.)

 

Materyalistlerin «doğa yasaları» diye adlandırdıkları kâinat disiplinleri, aslında ilâhȋ kanunlardan başka bir şey değildir. Örneğin zaman ve enerji kanunları bunların en önemlilerindendir. Fizik, kimya, matematik ve astronomi bu kanunları ve aralarındaki ilişkileri işler. Bunlar İslam’ın, -öğretisini üzerinde temellendirdiği ve tanımladığı gerçek dinin- birincil konusunu oluşturur. Peygamberlere indirilen anayasalar ise İslam’ın ikincil konusudur. Çünkü Allah Teâlâ, her şeyden önce yaratıcıdır, ondan sonra kanun koyucudur. Bu nedenle İslam (Evliyacı, türbeci, kerâmetçi, hurafeci ve mitolojik değil) evrensel bir dindir. Dini yalnızca mezarlık ve mabette gören Müslümanlık ise bu büyük ve muhteşem kâinat gerçeklerini kökünden inkâr eden mitolojik dinci bir dindir.  Onun için, Müslümanların büyük bir kısmına göre: Allah adına karar verebilecek «Mübarek şahsiyetler» vardır. Bunlar, kimine göre «veli», «evliya» ve «Salih» kimselerdir. «Bu şahsiyetler “fenâfillâh” olmuş, Allah’ta erimiş, O’nunla bütünleşmişlerdir. Onların bazıları “gavs”, bazıları “kutup”, bazıları “ebdâl”, bazıları ise “evtâd” diye çeşitli kutsal rütbelere sahiptirler…» Bu ilgiyle hatırlatmalıyız ki bu terimlerin bir kısmı esasen İslam’dan devşirilmiş, bazıları ise önce üretilerek İslâm’a mal edilmiş, daha sonra da Müslümanlığa eklemlenmişlerdir. Dolayısıyla bu yakıştırmaların temelinde -her şeyden önce- hem spekülasyon, hem falsifikasyon vardır! Ayrıca bu unvanları hak edenin kim ya da kimler olduğu bilinmemesine rağmen, Müslümanlar istedikleri kimseleri «evliya» ilân ederek onları kutsallaştırmakta, onlar için «kerâmet» adı altında (asla gerçekleşmemiş) hikâyeler üretmekte, onlara insanüstü birer statü belirlemekte ve öldüklerinde üzerlerine türbeler inşa etmektedirler; «Yatır» diye adlandırdıkları mezarlarını ziyaret ederek onlardan medet ummakta, her sıkıntıda umutlarını onlara bağlamaktadırlar… Sorun bununla da sınırlı değildir; Meşhur edilen bu şahıslar tarafından kurulmuş tarikatlar, çeşitli ibadet biçimleri, (Kenzülarş, duası, salât-ı tefrȋciye ve Cevşen gibi) dualar ve ritüeller Müslümanlar arasında oldukça yaygındır. İslam’da hiçbir yeri bulunmayan bu mistik yapılardan bazıları zamanla gelişerek Müslümanlıktan adeta bağımsız birer din haline bile gelebilmektedir. İşte Müslümanlığa ve onun kapsadığı bütün bu -meşru dayanaktan yoksun ve temelsiz- akım ve inanışlara gerek içtenlikle bağlı olanların, gerekse çıkar için görünürde bağlılık gösterenlerin hepsi de hiç kuşkusuz dincidir. Sonuç olarak denebilir ki Müslümanlık da (Hıristiyanlık ve Budizm gibi) dinciliğin kaynaklarından biridir.

 

Dindarlık (tedeyyün) açısından konuya bakıldığında; dinciliğin tedeyyün olmadığını, dinci insanın da Mütedeyyin olmadığını söyleyebiliriz. Ancak bu ayırım, İslam’a göre değil, Müslümanlığa ve Müslümanlara göredir. Dolayısıyla «dindarlık» kavramının İslam’la ilişkilendirilemeyeceğini de ifade etmek gerekir. Bunun karşılığı olarak İslam’ın bağlısı ancak Müslim, mü’min ve muttakȋ olarak nitelenebilir.

 

İlginçtir ki Müslümanlar da dinciliğe tepki gösterirler. Onlara göre (dindarın değil, fakat) dincinin amacı gösteriş ve çıkardır. Oysa -samimi olduğu ileri sürülen- dindar kişi de -her ne kadar çıkar amaçlamıyorsa- temelde dinciliğin kaynağı olan Müslümanlığa bağlılığıyla mistik bir gösteriş sergiler ki bu çok büyük bir çelişkidir. Çünkü Müslüman kişi, -inancında ve ibadetinde samimi olsa bile- İslam’ın özünden habersizdir; İslam ile Müslümanlık arasındaki uçurumun farkında değildir. Dahası; İslam’ın 1500 yıl boyunca hırpalanarak ondan üretilmiş Müslümanlığın macerasını bugünün Müslümanına anlatmak hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir, hatta talihsiz gelişmelere bile yol açabilir. Çünkü cahili uyandırmak, dolu silahı kurcalamak ya da ateşle oynamak kadar tehlikelidir! İste bu Müslümanlık şamatasının temelinde ürkütücü bilgisizlik örnekleri yatar. Bu vesile ile belirtmek gerekir ki Müslüman coğrafyada bugün yaşanmakta olan din ve düşünce anarşinin, aynı zamanda yaygınlaşmış olan ve tehlikeli raddelere varmış bulunan ahlâksızlığın esas kaynağı ve körükleyicisi, maalesef -çeyrek okumuşluğun bir sonucu olan- işbu kara bilgisizliktir.

 

Dincilik aslında, İslâm tarihinde Müslümanlıkla eşzamanlı olarak başlamıştır. Çünkü dinselliğin bu iki anlayışı (Müslümanlık ve dincilik) arasında organik bir ilişki söz konusudur. Hatta Müslümanlık demek, -başka bir ifadeyle- dincilik demektir, diyebiliriz. Ancak Müslümanlığı, dinciliğin bir üst adı olarak görmek daha uygun olur. Çünkü «dincilik» tabiri -yakın geçmişe kadar- duygu sömürüsü, riyakârlık, takiyye[2], münafıklık ve ikiyüzlülük olarak algılanıyor ve ifade ediliyordu.

 

Dinciliğin tarihi serüveni ise şöyle özetlenebilir: Özellikle Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle birlikte patlak veren siyasal karışıklıklar, toplumda bir kesimin ürkerek mistikleşmesine yol açtı. Ancak -ilk evresinde- bu tutumun, sadece dünyevileşmeye tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu gelişmeyi sırf «dünyadan el etek çekmek» şeklinde yorumlamak doğru değildir. Nitekim bunu «zâhidâne hayat tarzı» olarak niteleyen çok sayıda ilim erbabı vardır. Netice itibarıyla bu tercihi dincilik olarak değerlendirmek, o dönemin gerçekten birer ahlâk nümûnesi sayılan (Ebûzer el-Gifârȋ gibi) şahsiyetlere karşı saygısızlık olur, Onun için İslam tarihindeki ilk rûhanȋleşme eğilimini nitelemeye çalışırken tarih araştırmacılarının dikkatli olması gerekir. Şu var ki birinci kuşaktan ilk zâhidlerin ve siyasi olaylar karşısında tarafsız kalanların -bireyselleşerek sergiledikleri- protest yaşam tercihlerinin «zühtçülüğe» yol açmış olabileceğine ihtimal vermek icap eder. Ancak bu olasılık, ne gerçek zahitlerin zühtçülerle karıştırılması için, ne de onların zühtçülükten sorumlu tutulması için bir neden oluşturur.

 

Gerçek anlamda dinciliğin, Irak zühtçülüğü ile başladığını kesin olarak söyleyebiliriz. Buna, dış görüntüsü itibarıyla «Arap dinciliği» de diyebiliriz. Çünkü bu akımın teorisi ve edebiyatı, bütünüyle Arapça yazılmıştır. Fakat Arap dinciliğinin ilk yazarlarının tamamına yakın kısmı Fars kökenlidirler (yani İranlıdırlar). Evet, bu akımın hemen bütün aktörlerinin Araplaşmış İran kökenli mistiklerden oluştuğuna burada işaret etmek gerekir. Bunun çok önemli bir nedeni vardır; «İran topraklarının kısa zamanda Araplar tarafından işgal edilmesi ve İranlılara “Arap dini”nin dayatılması» olarak bu nedeni özetlemek mümkündür. İranlılara göre bunun intikamı bir şekilde alınmalıydı. Onun için İranlı insanın vicdanına kazınmış olan ve meselenin içyüzünü dürüstçe yansıtmayan bu kanı, o günden bu güne hiç değişmemiştir. Nitekim hemen her İranlı’nın kalbi Araplara karşı derin bir kin ve nefretle doludur.[3] Bu nefret Araplarda misliyle karşılık bulur. Bu gerçeği kanıtlayan ikinci bir akım daha vardır: Şuûbuyicilik.[4] Bu ilgiyle hatırlatmak gerekir ki, (Arap görünüşlü) Fars dinciliği ya da «Irak zühtçü tasavvufu» ile Şuûbiyecilik, paralel iki akım olarak bir yandan Arap milliyetçiliğine karşı savaş verirken öbür yandan İslam’a ağır darbeler indirmiş ve tekrar ihya edilmesi hemen hemen mümkün olamayacak şekilde onu yıkıma uğratmıştır.[5] Irak zühtçü tasavvufu, bir zaman sonra yerini Türk tasavvufuna terk etmiş ve Türkistan’ın işgalinden sonra yavaş yavaş Müslümanlığa dönüşmüştür.

 

Tekrar hatırlatmak gerekir ki Irak zühtçülüğü kılığındaki dincilik, başka bir deyimle “Arap kisveli fars dinciliği” döneminde Müslümanlık söz konusu değildi. Evet, (en azından 800-1000 yılları arasında) İslam coğrafyasında «Müslüman» ve «Müslümanlık» kelimelerinin henüz telaffuz edildiğini kanıtlayan hiçbir delil bulunmamaktadır. (Çünkü bu tarihlerde Türkler -genel anlamda- henüz İslam’la tanışmış değillerdi.) Bu ise, göz ardı edilemeyecek çok önemli ve çok kesin bir tespittir.

 

Yukarıdaki bilgiler ışığında ve teyit mahiyetinde ifade etmek gerekir ki İslam tarihinde dincilik, mistikleşme eğilimiyle ortaya çıkmıştır. Daha açık bir ifadeyle dincilik, “tasavvuf” adı altında “içe kapanma” olarak nitelenebilecek bir hayat tarzıyla başlamıştır. Bu yaşam biçimi çok sürmeden miskinliğe, tembelliğe, dünyayı boş vermişliğe dönüşmüş, yüzyıllar sonra da tarikatçılık olarak yaygınlık kazanmıştır. Sonuç olarak (Tasavvuf, miskinlik ve tarikatçılık) iç içe geçip yoğrulmak suretiyle (çeşitli evrelerden geçtikten sonra) çağımızda dincilik olarak son şeklini almıştır. Onun için tasavvufu, Müslümanlığı ve dinciliği birbirinden kesin sınırlarla ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle her Müslüman aynı zamanda mistik ruhludur ve dincidir. Müslim ve mü’min kişiyi Müslüman tipten ayıran kalın duvar işte budur.

 

Dinciliğin fitilini ilk kez Ebû Haşim es-Sûfȋ (öl. m. 733) ateşlemiş ise de bu akımın en ünlü aktörü Cüneyd el-Bağdâdȋ’dir (m. 830-910). Bu iki şahıs da Fars kökenlidirler (yani İranlıdırlar.) Cüneyd’in günümüze kadar ulaşmış bulunan mektupları vardır.[6] İslam Ansiklopedisinde Cüneyd hakkında kaydedilmiş olan şu sözler ilginçtir: «Cüneyd’in, tasavvufî düşüncelerini ifade etmek için söylediği ve sûfî tabakat kitaplarında yer alan sözleri açık ve anlaşılır olmakla birlikte risâle ve mektuplarındaki ifadeleri son derece kapalıdır.»[7] Cüneyd ve öğrencileri çok sıkı takiyyeci oldukları için onun mektuplarındaki kapalılığın içyüzüne anlam vermek zor değildir. Çünkü Cüneyd-i Bağdâdȋ kripto sûfilerden biridir. Hatta onların ilkidir. Bunun önemli kanıtlarından biri de bizzat yetiştirmiş olduğu Ebûbekr-i Şibli’yi (861-946) azarlayarak söylediği şu sözlerdir:

 

«Biz bu ilmi olgunlaştırdık, sonra onu labirentlerde gizli tuttuk, ama sen geldin onu şimdi insanlara ifşa ediyorsun!»[8]

 

Özellikle öğrencilerinden biri olan Hallac’ın «öldürülmesi gerektiğine» ilişkin Cüneyd’in fetvası bu gerçeği teyit etmektedir.[9] Aslında Cüneyd’din bu tutumu takiyye’den başka bir şey değildir. Çünkü Hallac, tabir caizse «şov yaparak» dinciliğin içyüzünü açığa vuruyor, sûfȋ dincilerin sırlarını ifşa ediyordu. Bu da Cüneyd’i öfkelendiriyordu. Hallac’ın idam edilmesinden önce Cüneyd’in bu fetvayı vermiş olması, o dönemdeki dinci mafyanın ne kadar etkili olduğunu akla getirmektedir.

 

Abbasȋ döneminde, bugünkünden çok farklı karakterde bir dincilik vardı. Bunu, Arap elitinin arasına sızan ve farklı alanlarda beyin yıkamaya çalışan Fars kökenli iki grup körüklüyordu: edipler ve sȋfȋler. Bunlar İran Sâsânȋ devletini ortadan kaldıran Araplardan intikam almak için kendilerini özel surette çok iyi yetiştirmiş entelektüellerdi. Bu iki gruptan birincisi, Arap edebiyatında zirveye ulaşarak hayranlık uyandıran yetenekler sergiliyor, muhteşem ve ölmez eserleriyle Arapları büyülüyorlardı. Fakat aynı zamanda bu edebiyatın arkasına gizlenerek bir yandan Arapların orijinal kültürünü dejenere etmeye çalışıyor, toplumun ahlâkını bozuyorlardı. Öbür yandan tasavvufun arkasına gizlenmiş olan ikinci gruba (sûfȋ dincilere) yol açıyor, onlara malzeme hazırlıyorlardı. (Bu edip ve şair grup «Şuûbiyeciler الشعوبيون» olarak tarihe geçmişlerdir) Sûfiler ise sözde toplumu bunların yaydığı ahlâksızlıktan uzak tutmak için halk arasında miskinliği ve dinciliği yaymaya çalışıyorlardı. Böylece danışıklı çalışan bir düşünce mafyası olarak teşkilâtlanmış bu iki kutup, (görünürde birbirine aykırı, fakat aslında) birbirini tamamlayan güçlü bir organizasyondu. Örgütün ikinci kutbunu oluşturan sûfȋler, bu sayede İslam’ın izlerini kısa zamanda ortadan kaldırarak «Arap Müslümanlığı» diyebileceğimiz dinci bir anlayışı yaygılaştırmayı başardılar.

 

Çoğu Fars kökenli, fakat Arap görünümlü bu sûfȋler, Türk sûfilerden (hele bugünkü tarikatçılardan) çok farklı idiler. Örneğin bunlardan Cüneyd el-Bağdâdȋ, Seriyu’s-Sakatıy, Ma’rûf el-Karkhȋ, Büşru’l-Hâfî, Şakıyk el-Balkhî, Bayezîd el-Bestâmî, Hatemü´l-Asamm, Hamdûn el-Kassâr, Ebû Osman el-Hîrî, Ruwaym b. Ahmed, Ebû Bekr eş-Şiblȋ, Amr b. Osman el-Mekkî, Hüseyn b. Mansur el-Hallâc, Semnûn b. Hamza, Ebû Bekr el-Varrâk, Ebû Saîd el-Kharrâz, İbrahim el-Khavvâss, Abdullah el-Harrâz, Benân b. Muhammed el-Hammâl, Ebû Hamza el-Bağdadî el-Bezzâz, Ebû Bekr Muhammed el-Wâsıtıy, Ebû’l-Khayr el-Akta’, ve Ebû Bekr el-Kettânî gibi sûfiler, özellikle kitap ve sünnet konusunda birikimli idiler. Aynı zamanda Arap dili ve edebiyatı, Hint ve Yunan felsefesi konularında da geniş bir kültüre sahip bulunuyorlardı. Onun için bunlar, sergiledikleri yüksek edebȋ kudret ve felsefȋ anlatım gücü sayesinde Kur’ânȋ ve nebevȋ hakikatleri rahatça ters yüz etmesini beceriyor, şathiyeleriyle zihinleri bulandırıyor, yarattıkları son derece etkileyici gönül iklimine insanları cezb ederek onları muhitlerine kazanıyorlardı. Ayrıca diyebiliriz ki; «işârȋ tefsir» olarak literatüre geçen yorumlama akımı ve İslam akaidini diyalektik yöntemle açıklama geleneği bu sûfȋlerin tesiri altında başlamıştır; Mâtürȋdizm ve Eş’arizm akımları bunun sonuçlarındandır. Böylece Arap toplumunu ileri derecede etkilediler. Ne ki ilmȋ selefȋlik sayesinde Kur’ân ve Sünnet literatürü kusursuz olarak günümüze ulaşabilmiştir.

 

Arapların aşırı duygusal olmaları bu dinci teorisyenlerin işini kolaylaştırıyordu. Araplardaki bu karakter, onları eskiden beri dinciliğe yatkın bir toplum haline getirmiştir. Nitekim ünlü tarihçi-sosyolog İbni Haldun Arapların temel karakterlerini sıralarken onların dinci olduklarını da bu tespitlerine ilâve etmektedir. İbni Haldun’un (Türkçeleştirdiğimiz) bu konudaki sözleri şöyledir:

 

«Araplar ancak basit (düşünen) insanlara galip olabilirler; Araplar bir coğrafi bölgeye egemen olduklarında orası hızla çöker, harap olur; Araplar ancak peygamberlik, velilik ve ya genelde dinsel bir kaynağın boyası altında devlet kurarlar; Araplar devlet yönetme becerisinden en uzak bir millettir…»[10]

 

***

 

Eski dinlerle sentezlenerek çarpıtılmış İslam kültürünün etkisi altında[11], özellikle 1200’lerden sonra yoğun bir gelişme gösteren Orta Asya Türk dinciliğini Arap dinciliğiyle karşılaştırdığımız zaman aralarında çok büyük farklar görüyoruz. Örneğin; Kitap ve sünnet naslarının, Arap-Fars dincileri tarafından -tasavvuf perdesi altında abartılı, dolaylı ve spekülatif anlatım tarzlarıyla- yorumlanmasına karşın erken dönem Türk dinciliği yavan, âmiyâne ve mitolojik bir çığır izlemiştir. Bu nedenle erken dönem Türk dinciliği oldukça sığıdır; yalnızca eğitimsiz konar-göçer kitleye hitap eden bir efsane yığınından ibarettir. Bununla birlikte köklü ve yazılı bir literatürden de yoksundur. Onun için günümüzün İlâhiyâtçı-dinci yazarları, bugünün dinciliğini (ırkçı niyetlerle) zenginleştirmek için erken dönem Türk dinciliği konusunda yaptıkları yoğun araştırma maceralarından elleri boş olarak dönmektedirler. Nitekim bunların son yıllarda sözde doktora tezleri olarak eski Türk mistikleri hakkında yazdıkları kitap ve makaleler, uluslar arası akademi otoriteleri tarafından itibar ve ilgi görmemiştir.

 

Bundan daha ilginç olanı; yerli oryantalistlerin, Müslümanlığı İslam’la açıklamaya kalkışarak dinciliği kamufle etme gayretleridir. Bunun en çarpıcı örneğini aşağıdaki sözleriyle Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak vermektedir. Kullandığı ifadeler aynen şöyledir:

 

«İslam’ın kitabȋ esaslarına sadık olup aynı zamanda gelişmiş ve rafine bir kültür ve sanat ortaya koymuş olan “şehirli İslam”dır. Bu İslam, Türkiye tarihinde Ehl-i Sünnet veya kısaca Sünnȋlik denilen yoruma dayanır.

 

İkincisi ise, tarihsel kökeni itibarıyla sosyal taban olarak daha çok kırsal (köyler ve konar-göçer) kesime dayanmakta olup, yine sosyolog ve antropologların popüler İslâm dedikleri, kısmen mitolojik inanç ve kültürlele karışık popüler bir san’at ve kültür ortaya koyan “halk İslam’ı”dır. Bu halk İslam’ının Türk toplumu arasında iki biçimi vardır:

 

Birincisi Sünnȋ yorumu benimsemiş halk kesiminin sergilediği biçimdir. İkincisi ise, bizim Heterodoks İslam dediğimiz, bugün Türkiye’de Alevȋ-Bektaşȋ toplumu tarafından temsil edilen biçimdir.»[12]

 

Yukarıdaki ifadelere bakıldığında; ciddi ve saygın bir akademisyen olarak ünlenmiş bir şahsiyetin bile Türkiye’deki yaygın dinciliği kamufle etmek için ne büyük bir gayret sarf ettiğini anlamak hiç de zor değildir. Açıkça görüldüğü üzere bu zat, gerek Sünnȋliğin gerekse Alevȋliğin ve Bektaşȋliğin hangi kaynaklardan beslendiklerini çok iyi biliyor olmasına rağmen bu dinci akımları İslam’ın türleri olarak kategorize etmekten kendini alamamıştır!

 

***

 

Araplaşmış Fars kökenli Irak sûfileri derviş ruhlu birer «pȋr-i mugân», birer «pȋr-i harâbât» kişiliğine sahip, aynı zamanda birer edip ve filozof idiler. Ama evliyacı, kerâmetçi, tekkeci ve türbeci değillerdi; derviş kılıklı da değillerdi. «Derviş» tabiri de esasen Farsçadır ve İranlıların etkisiyle Türk dincilik geleneğine girmiştir. Dinciliğe evliyacılığı, kerâmetçiliği, tekkeciliği ve türbeciliği kazandıran Türk dincileridir.

 

Selef döneminin ortalarından itibaren Arap dincileri «nefis terbiyesi» perdesi altında devasa bir külliyat bırakmış olmalarına mukabil, Özellikle Anadolu Türkleri de -tasavvuf adı altında- geniş bir dinci efsane yığını oluşturmuşlardır. Cumhuriyet döneminde restore edilen ve «Türk-İslam Sentezi» ülküsü etrafından tam anlamıyla millileştirilen Türk Müslümanlığı, bütünüyle bu dinci altyapı üzerine oturtulmuştur. Nitekim sokaklarda sık sık yankılanan meşhur «Bismillâh, ya Allah, Allahu ekber, Ezan susmaz, bayrak inmez, şehitler ölmez; Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız..[13]» sloganları ve Suriye iç savaşı sırasında Süleyman Şah’ın türbesinin oraya buraya kaçırılması olayı Irkçı dinciliğin son zamanlarda öne çıkan önemli kanıtlarındandır.

 

Yüzyıllardır İslam’a geçit vermeyen Arap, Fars ve Türk dinci Müslümanlıkları aynı zamanda Batıya ait evrensel değerlerin ve bilimsel kazanımların doğru anlaşılmasını ve doğru yorumlanmasını da engellemiştir. Tarihin akışı içinde gittikçe müzminleşen bu yıkıcı eğilim, çağımızda kaygı verici raddelere tırmanmıştır. Nitekim günümüz Orta Doğu’sunda büyük bir tehlike olarak yaygınlaşan ve dünya barışını tehdit eden mezhep savaşları, aslında Arap, Fars ve Türk dinciliğinin sonucundan başka bir şey değildir. Şiȋlerin yüzyıllar önce Ehl-i Beyt için ürettikleri yas ve dövünme ritüelleri, din adamlarının kılık kıyafetleri; Arapların müzik şölenine dönüştürdükleri, -şâz rivâyetler ve çeşitli makamlar eşliğindeki- Kurân tilavetleri, Türkiye’deki evliyacılık, türbecilik, kerâmetçilik, kutlu doğum ve mevlit merasimleri, özellikle de şehit kavramının bir sömürü aracı haline getirilmiş olması Orta Doğu’daki dinciliğin manzarasını gözler önüne sermektedir.

 

Kemalistler tarafından neredeyse bir asırdır «gerici» diye damgalanan dinci-tarikatçıların onlara karşı yıllar boyu verdiği amansız mücadele sonunda nihayet Kemalistlerin de koyu animist-dinci oldukları ortaya çıktı. Oysa Kemalistler sürekli olarak kendilerini «modernist, ilerici, çağdaş ve aydınlanmacı» olarak propaganda etmeye çalışıyorlardı. Bu gerçeğin tarihe geçmiş olması, şüphesiz gelecek kuşakları çok düşündürecektir.

 

Türkiye’de 24 Ocak 1970 günü tarikatçı-dinci bir siyasi partinin resmen kurulması Türk dinciliği tarihinde önemli bir dönüm noktası sayılır. Başka bir dinci kesim olan egemen Kemalistlerle hesaplaşmak üzere yola çıkan bu partinin kurucuları ve destekçileri, çalkantılı süreçlerden geçerek nihayet yıllar sonra resmi ideolojiyi tarikatçı-dincilik lehinde esnetebildiler. Böylece (animist-dinci) Kemalistlere karşı büyük bir başarı elde ettiler. Bu partinin açtığı çığırda «camaat» adı altında kamufle olmuş çeşitli dinci topluluklar türedi. Bunlar yoğun bir faaliyet içine girdiler. Bu dinci örgütler, çok geçmeden ülkenin hem ekonomisine hakim oldular, hem de bürokrasi ve siyasette kadrolaştılar. Bunun sonucu olarak Türk bayraklı bir Milli Türk Müslümanlığı doğmuş oldu. 14 Ağustos 2001’de kurdukları başka bir partinin faaliyetleriyle Türkiye’de dincilik adeta şaha kalktı. Hanefizmin ve tarikatçılığın birer potansiyel kalesi olarak yüzün üzerinde İlâhiyât Fakültesi ve yüzlerce İmam-Hatip okulu açıldı.[14] O kadar ki Türkiye coğrafyasında artık İslam’ın asla iflah olamayacağı bir ortam oluştu. Bu ortam Türk dincilerinin Avrupa’ya tam anlamıyla bir çıkarma yapmasına yol açtı. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde Türkler tarafından inşa edilen camilerin hemen tümüne Türk bayrağı asılarak İslam’ın evrenselliğine ağır bir darbe indirildi. Bunlara Avrupa’da «Türk camileri» adı verilmiştir. Bu ırkçı-dinci gösteri, hiç şüphesiz Allah Teâlâ’nın, «İnne’l-mesacide lillâhi; Mescitler ancak Allah’ındır»[15] yasasına karşı bir başkaldırıdır. Bunun bedeli çok ağır olmuştur. Selefiler tarafından «Dırar Camileri» olarak damgalanan bu tapınaklarda ibadet etmek, bundan böyle sürekli tartışma konusu olacaktır.[16]

 

Türkiye’de dinci Kemalistleri büyük ölçüde devre dışı bıraktıktan sonra güçlenen dinci tarikatçılar, iki karşıt cepheye ayrılarak son yıllarda devleti ele geçirmek için birbirleriyle kıyasıya yarışmaya başladılar. Bu yarış kısa zamanda derin bir düşmanlığa dönüştü. Bu örgütlerden enternasyonal bir görünüm kazanmış olan cephe, elindeki yargı mekanizmasını harekete geçirerek bir Nakşbendȋ mollasını (fuhuş ticareti yaptığı gerekçesiyle) tutuklattı. Böylece Nakşbendȋlere gözdağı vermiş oldu. Nakşbendȋler de ellerindeki siyaset mekanizmasını çalıştırarak bu örgütü tasfiye etmeye kalktılar. Dincilerin bu savaşı gittikçe kızışarak nihayet 16 Temmuz 2016’da kanlı bir kavga ile sonuçlandı. Dinciliğin tehlikeli yüzünü dünyaya gösteren bu olay, günümüzde «siyasi ya da askerȋ kalkışma» adı altında gizlenmeye çalışılmaktadır! Böylece Türkiye’de dincilik devamlı şekilde kamufle edilmektedir. Fakat dünya bundan haberdardır ve bunun üzerine hesaplar yapmaktadır. Arap Baharı’nın, içyüzünü ortaya serdiği Arap ve Fars dinciliği kadar bu olay da Türk dinciliğinin Batıdaki imajını net olarak şekillendirmiştir.

 

Batı’da İslam’ın nefretle karşılanmasından, Arap ve Fars dinciliği kadar herhalde Türk dinciliği de sorumludur. Çünkü, Avrupa’da (Arap selefȋlerin yanı sıra) Türkiye kaynaklı Nurcu, Işıkçı, Milli görüşçü, Menzilci, Süleymancı, Kaplancı ve Alevi dincilerin gerek kendi aralarındaki kavgaları, gerekse hepsinin sergilediği yıkıcı faaliyetler Batı dünyasında vaktiyle büyük kaygılara ve kuşkulara neden oldu. Batılılar önceleri bu gelişmeyi sabırla ve dikkatle izlediler. Ancak Batı’daki yönetimler, oryantalistler ve bilim insanları yardımıyla bu yapıların içyüzünü kısa zamanda öğrendi ve «Müslüman dünyayı» hem içinde bulunduğu gerilik nedeniyle, hem özellikle «Medenȋ dünya» için oluşturduğu tehlikeyi önlemek amacıyla cezalandırma yolun gitti. «Arap Baharı» ile başlayan bu cezalandırmanın ayrıntılı gerçek hikâyesi muhtemelen yüz yıl sonra yazılabilecektir.

 

***

 

Dincilik, yüzyıllardır İslam coğrafyası üzerinde çok yönlü yıkımlara neden olmuştur. Müslümanların geri kalmışlığı ve bugün içine düştükleri acıklı manzaranın arkasında hiç şüphesiz dincilik yatmaktadır. Bunu örtbas etmek için -neden olarak- hep İslam gösterildi. Osmanlı Devleti’nin yıkılmaya başladığı günlerden on yıl öncesine kadar sıkça tekrarlanan bir söylemle Irkçı ve dinci Müslümanlığın sorumluluğu sürekli olarak İslam’a yüklendi. Kanıksandığı ya da -Türkçe’yi on yılda bir değiştiren- dinci Müslümanlar, dünü anlamakta zorlandıkları için, «İslam terakkiye manidir» sözlerinden oluşan bu meşhur klişe, yakın geçmişte arşive kaldırıldı. İlginçtir ki bugün 20-30 yaşlarındaki milyonlarca dinci Müslüman, «ağdalı bir dille söylendiği» gerekçesiyle bu talihsiz söylemin ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar!

 

Müslümansı Arap dünyasında özellikle son yüz yıl içinde Vahhabȋlik, Selefȋlik, İhvancılık ve «Yeşil sosyalizm» gibi çeşitli dinci-ideolojik komplolarla İslam’a ağır darbeler indirildi. Türkiye ve İran’daki dinci Müslümanlar da organize ettikleri dinci-ideolojik hareketlerle Araplara eşlik ettiler. Örneğin İran’da, 1979’da yönetimi ele geçiren Ayetullahların kurduğu dinci rejim, Türkiye’de de tarikatçılığın toplumu büyük ölçüde etkilemesi ve devlet kurumlarını ele geçirmesi İslam’ın karşısında çok tehlikeli bir engel oluşturmuş ve kur’ânȋ değerler üzerinde büyük tahribata neden olmuştur.

 

Türkiye’de İslam’a karşı işlenmiş bulunan en ağır suç, hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerȋm üzerinden girişilen örtülü savaştır. Onun için bu savaşın içyüzünü mutlaka gözler önüne sermek gerekir. Ne yazık ki Arapça bilmeyenlere bu cinayeti anlatmak kolay değildir. Ancak zorlanarak da olsa bunu şöyle özetlemek mümkündür:

 

Türkiye’de son yıllarda hiç Arapça bilmeyen yüzlerce insan, (ki bunların Arasında Peygamber olduğunu ileri süren İskender Evranısoğlu adında bir kişi de vardı.) «meâl» adı altında Kur’ân-ı Kerȋm’i  Türkçe’ye çevirmeye kalkıştılar. Bunlar Kur’ân-ı Kerȋm’de; «Eslemeأسْلَمَ » kök fiilinden türemiş altı farklı kipten toplam 40 kelimeyi çarpıtmışlardır. Bu konuda daha önce ayrıntılı açıklamalarda bulunduk.

 

Bu savaşın asıl özü ise şudur: Son yıllarda, din konusunda tarihi araştırmalara ağırlık verilince Türkiye’de bazı kesimler, özellikle dinci «Sünnȋler» paniğe kapıldılar. Dolayısıyla bu komployu; -İslam’ın Müslümanlıktan ayrı bir din olduğunun anlaşılmasını önlemek amacıyla- kurdular. Fakat bu girişimlerin içyüzünü bundan böyle gizlemek artık mümkün olamayacaktır. Çünkü söz konusu araştırmalar yakın gelecekte ırkçı-dinci Milli Türk Müslümanlığının bugüne kadar saklanmış olan daha birçok sırrını ortaya çıkaracaktır. Bu çok muhtemeldir.

 

***

 

İslam’a geçit vermeyen Müslümanlığa ve özellikle bu yapay dinin ürettiği dinciliğe karşı gösterilen en büyük tepki hiç kuşkusuz (Kur’an ve Sünnetin bütünlüğüne bağlı olan) mü’min-müslimlerin koyduğu tavırdır. Mü’minler, biraz önce adları sıralanan dinci gruplara, genelde Haşr Sûresi’nin 13. ve 14’üncü âyet-i kerȋmelerinin işaret ettiği zaviyeden bakarlar. Fakat (Arabıyla, kürdüyle Türküyle, İranlısıyla vs.) mü’minler, çok küçük bir azınlık oldukları ve dünyaya serpilmiş bulundukları için bu tepkilerini açık şekilde dile getirememişler, olayları şimdilik tedbirle ve sabırla izlemeyi uygun görmüşlerdir. Buna karşın Vahhabilerin etkisi altına giren tecrübesiz, yarı okumuş, aceleci, telaşlı ve duygusal birçok genç, Batılıların istihbarat servisleri tarafından tuzağa düşürülerek, başta dinci Müslümanların karşısına çıkarıldılar, ondan sonra da el altından -sahip oldukları- küresel güçlere karşı onları teşkilatlandırıldılar.

 

«Neo-Selefȋler» diye adlandırılan bu topluluk, büyük bir bilgisizlik eseri olarak gözlerinin önündeki dincilik manzaralarını göremediler. Mezarcılığın, ölücülüğün, ruhbanlığın, medyumluğun, evliyacılığın, kerametçiliğin, efsunculuğun, kandilciliğin, mitolojinin, efsaneciliğin, mumyacılığın, lidere ve bayrağa tapıcılığın ne anlama geldiğini; bunların kimler tarafından üretildiğini, ne amaçla kullanıldığını ve -göç etmiş- hangi değerlerin boşluğunun bunlarla doldurulduğunu bilemediler. Kısacası, modern putçuluğu keşfedemediler. Üstelik hangi güçlerin emri altında «İslam Devleti»ni! kurmaya çalıştıklarının bile farkında olamadılar. Daha ötesi Müslümanların büyük çoğunluğunun İslam Ümmetinin organik bir parçası sayılamayacağını hesaba katamadılar. Bunlar, zihin karışıklığı diyebileceğimiz bir bocalama içinde gafil avlandılar. Dolayısıyla birlikte yaşadıkları dinci kalabalıkları ıslah etmeye dönük bir çalışma yapmak yerine, silahlanarak namlularını hem Müslümanlara, hem de emrine girdikleri küresel güçlere yönelttiler. Çünkü (Müslüman değil idiyseler de) onlar da bir çeşit dinci idiler. Böylece Batı dünyası hem Müslüman dincileri, hem de bizzat organize ettiği başka bir dinci grup olan (Selefȋleri) cezalandırma yoluna gitti.

——————————————————————————-

[1] Bkz. El-Ahzaab/62; Faatır/43; el-Feth/23.

[2] Takiyye: çevre baskısından korunmak için kişinin (dinde) mezhebini ve inanışlarını gizlemesine verilen addır. Bu terim, daha çok Sünnȋler tarafından Şiȋler hakkında (suçlama ve aşağılama) anlamında kullanılır. Bu iki kesim arasında -tarih boyunca süregelmiş- derin bir düşmanlık vardır. 2000’li yıllarda Ortadoğu’da patlak veren mezhep savaşları bu tarihi düşmanlığın açık kanıtlarındandır. Bu da Müslümanlığın fitnelere ne denli kaynaklık ettiğini göstermektedir.

 

[3] İran’ın günümüzde Arap coğrafyasında körüklediği iç savaşlar bu gerçeği açık şekilde kanıtlamaktadır.

 

[4] Şuûbuyicilik: İran milliyetçiliği anlamına gelen ve Arap milliyetçiliğine karşı edebiyatla sürdürülen tarihi bir savaşın adıdır. Bu savaş asırlarca devam etmiştir.

 

[5] Bu gerçeği en veciz bir ifade ile Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü şu sözlerle dile getirmektedir: «İrânȋlik, Hz. Hüseyin evlâdını Sâsânȋlerin vâris tâkipçisi sayarak “Ehl-i beyt’in hukûkunu müdâfaa” perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini Zerdüşt akȋdelerini İslâm kisvesi altında sokmak suretiyle açıkça gösterdi.»

 

[6] Bu mektuplar Ali Hasan Abdülkadir tarafından رسائل جنيد adı altında derlenerek 1988 yılında Kahire’de yayınlanmıştır.

 

[7] Bkz. TDV. İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/cuneyd-i-bagdadi. Bu madde ilk olarak 1993 senesinde İstanbul’da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 8. cildinde, 119-121 numaralı sayfalarda yer almıştır.

 

[8] Ebûbekr b. Muhammed b. İshak el-Kelâbâzȋ, et-Taarruf limezhebi ehli’t-Tasavvuf, s. 111. Hancı Kitabevi, Kahire-1994. Cüneyd’in Şibli’ye söylediği sözlerin Arapça orijinal metni şöyledir:

“نحن حبرنا هذا العلم تحبيراً، ثم خبأناه في السراديب، فجئت أنت فأظهرته على رءوس الملإ!”

 

[9] Bir Arap araştırmacı, Cüneyd’in bu fetvasını işleyen bazı kaynaklara dayanarak diyor ki:

وممن أفتى بقتله الجنيد والشلبي، غيرة على السر أن يفشى لغير أهله، فالواجب كتم الأسرار، وإظهار شريعة النبي المختار.

Türkçe tercümesi:

«Ehil olmayanlarca sırrın içyüzüne ulaşılmasından kaygılandıkları için onun (yani Hallac’ın) öldürülmesi gerektiği yolunda fetva verenlerden birileri de Cüneyd ve (onun öğrencilerinden) Ebûbekr-i Şiblȋ’dir.» Kaynak: محمود عبد الرءوف القاسم، الكشف عن حقيقة الصوفية دار الصحابة

 

[10] İbni Haldun’un, Arapça sözleri şöyledir:

“إنَّ الْعَرَبَ لاَ يَتَغَلَّبُونَ إلاَّ عَلَى البُسَطَاءِ. إنَّ الْعَرَبَ إذَا تَغَلَّبُوا عَلَى أَوْطَانٍ أَسْرَعَ إلَيْهَا الْخَرَابُ. إنَّ الْعَرَبَ لاَ يَحْصُلُ لَهُمْ الْمُلْكُ إلاَّ بِصِبْغَةٍ دِينِيَّةٍ مِنْ نُبُوَّةٍ أوْ وَلاَيَةٍ أوْ أَثَرٍ عَظِيمٍ مِنَ الدِّينِ عَلَى الْجُمْلَةِ. إنَّ الْعَرَبَ أَبْعَدُ الأُمَمِ عَنْ سِيَاسَةِ الْمُلْكِ!”

المصدر: عبد الرحمن بن محمد بن خلدون الحضرمي، الجزء الأول من كتاب العِبَر وديوان المبتدأ والخبر ، المشتهر بالمقدّمة. ص/102-105. دار ومكتبة الهلال، بيروت-1991م.

 

[11] Ünlü tarih araştırmacısı Ord. Prof Fuad köprülü, bu gerçeği su sözlerle dile getirmektedir: «İslâmiyet’in ilk asırlarında hiç mevcut değil iken sonraları İran, Hind, Yunan fikirlerinin ve kısmen de Ȋsevȋlik’in te’siriyle –unsurlarından en fazlasını da İslâmiyet’ten almak şartiyle- teşekkül eden tasavvuf mesleki az zamanda bütün İslâm memleketlerini kaplamıştı.» Kaynak: Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatinda İlk Mutasavvıflar, s.16. Ankara-1993

[12] Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sûfȋliğine Bakışlar, s.16. İletişim Y, İstanbul-1996

 

[13] Yazar Aydın Engin’in şu tespiti konu ile alâkası bakımından ilginçtir. Engin, bir köşe yazısında şunları kaydetmektedir: «1970’lerde başında “Başbuğ” nam Alparslan Türkeş’in bulunduğu, Türkiye milliyetçi-ırkçı siyasal hareketinin ana partisi MHP’nin ana sloganı şöyleydi: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız…”» Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi 18 Mart 2018. Yazının tamamını okumakta yarar vardır.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/944411/hira-dagi-kadar-tanri-dagi-kadar.html

[14] İstatistiklere göre, 2018-2019 eğitim ve öğretim yılında imam hatip lisesi sayısı: 1.607; bu okullarda okuyan öğrenci sayısı: 44 bin 952’dir.

 

[15] Bkz. El-Cinn Sûresi, âyet:18

 

[16] İlginçtir; 2014 yılında Cuma namazı kılmak için, Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletine bağlı Sigmaringen ilçesindeki «Türk Camisi»’ne gelen Suriyeli sığınmacılar, çöpçülük yapan Pontus kökenli bir Türk vatandaşı tarafından azarlandılar. «Atalarımızı arkadan vuranların torunlarını bu camide görmek istemiyoruz!» diyerek bağıran bu kişi, büyük bir fitnenin fitilini ateşlemek isterken cemaatten Türk kökenli birinin ortalığı sakinleştirmesiyle olay önlendi. Fakat yankıları bir süre daha devam etti.

 

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.