Tarihi bir çeşmeden su içtiğinizde, sadece su içmezsiniz, tarih de içersiniz.
Tarihi bir köprüden yürüdüğünüzde sadece köprüden yürümezsiniz, tarihle birlikte yürürsünüz.
Tarihi bir camide sadece namaz kılmazsınız, müminlerin ruhlarıyla da müsafaha edersiniz.
Tarihi bir mekânda gezerken sadece gezinti yapmazsınız, zamanda yolculuk yaparsınız.
Tarihi eserlerin dolu olduğu bir müzede gezinirken ne hissedersiniz? Veya eski siyah beyaz solmuş bir fotoğraf ya da gazete gördüğünüzde? Ya da bir TV’de bir film?
Bir an için kendiniz o soluk resmin içinde buluverirsiniz. Bir anda müzede gördüğünüz lahitlerin içindeki iskeletlerin, taş devri insanlarının yonttukları buluntuların başında onlarla uğraşırken bulursunuz kendinizi. Hatta bazen o figürlerin, heykellerin sizlere baktığını “ben de bir zamanlar…” diyerek başlayan cümlelerini duyar gibi olursunuz.
Mekân insanla konuşur, tarih insanla sohbet eder. Çünkü anlatacağı çok şey vardır. Hem geçmişe hem de geleceğe dair…
Ya tarihten kalma binaların, evlerin yolların bulunduğu bir sokaktan geçiyorsanız?
Sokak sizinle her yönden konuşmaya başlar. Biraz da dikkatli bir dinleyici iseniz, koyu bir sohbet başlar aranızda.
Ya günümüze kadar dimdik “Elif” gibi ayakta günümüze kadar ulaşan “Vav” gibi çalışan ustaların eserlerinin yaşadığı bir şehirlerde iseniz. Doyum olmaz sohbetine, gecede gündüzde sizinle hasbihal ederler.
Adına ister kültür deyin, ister irfan deyin anlam yüklüdür her bir taşı..
Kapalı çarşıyı gezerken oradaki esnafın anılarına karışık yüzlerce kıssa duyarsınız ruh kulağınıza fısıldayan zanaatkârlardan.
Çekiç sesleriyle zikir seslerinin bir birine karıştığı, bakırı ruhuyla yoğuran sanatkârların alın teri akıverir ılık ılık ensenizden.
Sütçü İmam çeşmesinden tarih içip etrafınıza şöyle bir baktığınızda, hemen “İlk Kurşun”un sesini duyarsınız, Müslüman kadının namusuna uzatılan ellerin kırıldığı canlanır gözlerinizin önünde.
Gökyüzüne bakıp kaleye doğru gözünüz kaydığında Ulu Camiden hutbeyi yarım bırakan Rıdvan Hoca’nın haykırışı kulaklarınızı çınlatır. Ruhunuz kaleye koşar ecnebi bayrağı indirip “Al Bayrağı” yerine koymak için.
Tarihten gelen bu kadar sedadan sonra etrafınıza baktığınızda bir anda sessizliğe gömülür her yer. Dikdörtgen binalar, sanatsız duvarlar, ahraz sokaklar, caddeler. Dilsiz bir şehir.. Küskün, kırgın, dargın bir şehir.. Toprak altında anlatacağı çok şeyi olan kendisini anlatamayan bir şehir…
Duvarların sessiz kaldığı, ağzı kapatılmış ecdadın sessiz çığlığı, size anlatacağı çok şey varken susturulan irfan mekteplerinin çıplaklığından utanmış hali okul duvarları…
Modern şehirler, ışıklar, rengârenk sahte ışıklar. Mimarın sanattan yoksun ruh dünyasını yansıtan kaleminden kaçıveren düz hatlar…
Ne Selçuklunun cengâverliğini, disiplinini anlatan köşegenler, ne de Osmanlının ikbale ermiş kültürünü yansıtan oval biçimler bulursunuz…
Ölmüş şehir..
İnsan içinde bulunduğu mekânın ruh halini davranışlarına yansıtır. Neden diye sormayın gençlere; “Neden böylesiniz?”diye de serzenişte bulunmayın. Çünkü onlar sokaklarda oynarken, caddelerde gezinirken, okullarda kitaplardan öğrendikleri tarihi hiç diri görmediler. Onlar, ecdâdla hiç hasbihâl etmediler. Onların kulaklarına kent, hiç fısıldamadı…
Velhasıl, konuşan şehirlerin çocuklarını özlüyoruz..